Sevgili Ayşe,
Bundan yirmi yıl önce yazmıştım aslında ben bu yazıyı. Sonra her yıl yeniden yazdım. Hep aynı şeyleri yazdım. Sürekli tekrar ettim kendimi. Başkalarının, yazdıklarıma hangi gözle baktığını hiç önemsemedim. Benim bir hikayem vardı anlatacağım. Yirmi yıl önce sen yokken hangi coşkuyla anlattıysam, sana da aynı coşkuyla anlatacağım. Dinlemek ister misin?
Suskunluğunu “evet”e sayıyorum.
Bundan yirmi -bekli daha az- yıl önce de bir Ayşe’m vardı benim. Suskunluğu severdi. Uzun uzun susardı çok şey anlatmak istediğinde. Hiç konuşmadan bir şey anlatmayı ondan öğrendim ben. Susan birinin çığlıklarını duymayı da…
Bir de ağlamayı severdi Ayşe’m. Ağlamayı sever mi insan? Belki ben onun ağlayan güzel gözlerini bir tablo yapıp asmıştım zihnime. Hatta “sen hep gül, Ayşe… Ağlamanın sana yakıştığını düşünsen bile…” demiştim bir hatıra defterine yazdığım böyle bir yazının son satırlarında.
Sonra ne hikayeler çıktı bu gözyaşlarından ve suskunluklardan bilsen. Anlatacak değilim hepsini.
Evlendi bir gün Ayşe. “Suskunluklarımı en iyi o anlıyordu.” dediği ve çok sevdiği biriyle. “Gözyaşlarımı en güzel o siliyor.” demişti bir keresinde. Hemen endişelenme, hüzünle bitmeyecek hikayenin sonu. Hâlâ kapımı çalar, ara ara anlatır hikayesini.
Mutlu bir yuvası var. Çılgınlar gibi sevdiği bir kocası. Birkaç dünya tatlısı çocuğu. Aramızda kalsın -bu mümkün mü?- bazen vefasızlığından yakınırdı kocasının. Ama bunu söylerken bile gözlerinin içi gülerdi. Yıllardır hiç azalmayan bir aşkla birinin nasıl sevildiğini görür, gizli bir hayranlık duyardım.
Feministler bana saldırır mı bilemem ama susmanın kızlara çok yakışan bir ziynet olduğunu düşünürüm o gün bu gündür. Her şeyi sineye çekmek, haklarını korumamak değil söylemeye çalıştığım. Hatta susmak herkes için bir erdemdir. Ama en çok kızlara yakışır. Ağlamak öyle değil mi? Herkesin en doğal hakkı olan ağlamak fiili erkeklerin üzerinde sırıtırken, kadınların üzerinde bir süs gibi durmaz mı?
Çoğu mahfuz bir hikaye olarak kalsın bende. Anlatıcı, anlatanın hatırasına saygısızlık etmek istemez. Susar.
Aynı çatı altında birlikte geçirdiğimiz iki ders yılı boyunca hep yirmi yıl önceki Ayşe’yi hatırlattın bana. Bilmediğim sebeplerle susuyordun. Bilmek istesem anlatacak mıydın, onu da bilmiyorum. Cahit Sıtkı’nın dizeleri takılıyordu dilime: “Bırak cahilliğim saflığım gitmesin elden / Bilmek yanmakmış büsbütün.” Cahilliğe övgüler diziyordum.
Liseyi bitirişine şahitlik edemedim. Bu son yılda beni senin edebiyat öğretmenin olmaktan mahrum eden zalimler için söylemek istediğim çok şey var. Var ama iki Ayşe’den öğrendiğim üzere susuyorum. Çığlıklarım dünyayı velveleye verecek kadar gür. Susan birini yenemezler Ayşe’m. Susan birini yenemezler. Sen arada yolunu düşür, kapımı çal. Hep Ayşeler susacak değil ya, biraz da ben susarım. Anlatırım sana her şeyi. Eksik kalan derslerimizi tamamlarız. Okul bitmişse, ders zili çalmıyorsa gam değil. Çaldığın kapının ardında “hoca” sıfatını hiç yitirmemiş birini bulacaksın. Hayatın tamamını bir ders yılı yapıp öyle işleriz derslerimizi. Zaten edebiyat bir ders değildi hani. Böyle demiştim size. Edebiyat bir yaşam biçimiydi. Hayatımızın tamamını edebiyata dönüştürüp intikamımızı alırız bütün zalimlerden.
Kötüler sanıyorlar ki bir gün iyilerin sesini tamamen keseceğiz. İyiler susar mı Ayşe’m? Ben sussam, sen sussan, yazı susmaz, kalem susmaz. Hikaye susmaz, roman susmaz. Denemenin sessiz çığlığı sağır eder kulakları. Herkes sussa şair susmaz. Şiir hiç susmamış ki bugüne kadar. Bazen Nazım Hikmet’in diliyle seslenmiş: “Ben yanmasam / Sen yanmasan / Biz yanmasak / Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Bazen Ahmet Telli’nin kalemiyle: “Her gece yeniden bir talan başlar / acı ses olur, ses deli yağmur / eski bir eylüle gireriz böylece.” Sonra Ahmet Arif haykırır: “Ard-arda kaç zemheri / Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu / Dışarıda gürül gürül akan bir dünya… / Bir ben uyumadım / Kaç leylim bahar / Hasretinden prangalar eskittim / Saçlarına kan gülleri takayım / Bir o yana / Bir bu yana…”
“ekilir ekin geliriz / ezilir un geliriz / bir gider bin geliriz / beni vurmak kurtuluş mu?” diyen Hasan Hüseyin arkada ölümsüz mısralar bırakıp gitmemiş miydi? Ve Şinasi Özdenoğlu “Ve sen / Neden terk edilmiş bir çocuk gibi mahzunsun?” dese de sen mahzun olma. Mahzunluk Ayşelere yakışıyor olsa bile. Sen bakma benim Recep Bulut misali hüzünler çoğalttığıma: “Benim hüznüm / Yağmurlu bir sabahtır / Yalnızlığım sakin denizlere / Ekin tarlalarına benzer.” Yeri geldiğinde Necip Fazıl gibi haykır şiirin gür sesini: “Tohum saç bitmezse toprak utansın / Hedefe varmayan mızrak utansın.” Ve hiç ümitsizliğe düşme. Tevfik Fikret’in dizeleriyle sarıl hayata: “Evet sabah olacaktır, sabah olur, geceler / Tulû’-ı haşre kadar sürmez, âkıbet bu sema / Bu mavi gök size bir gün acır. Melul olma.”
“Yorgundum, uzakta güller vardı”1 Ben bir ömür o gülleri dermek için emek harcadım. İçimde doğan sorunları şairce cevaplıyorum şimdi: “Yaşadım mı? Dün geceydi kim bilir.”2 Sonra söz döner dolaşır, yaşanılan ana gelir. Onu anlatmak için bile süslü cümlelere ihtiyaç duyarız. Çünkü bir şair sizden çok önce söylemiştir söylenecekleri: “Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar / Mahpushane avlularında boy verdi.”3
Umut hep taze Ayşe’m! Sen de bırak umutsuzluğu. Ben gülüyorum, haydi sen de gül Ayşe’m!
13 Haziran 2017. Dile kolay, dört yıl geçmiş bu satırların üstünden. Sahibine ulaştırmak için niye bu kadar beklediğim konusunda bir fikrim yok. Sadece bekledim. “Kader-denk” noktası diye tabir edilen belki de budur.
Sükûtun da sesi var ama onu anlayacak yürek lazımdı. Dilimin döndüğünce sustum. Ne mutlu bana ki suskunluğumdan anlayan bir hocam vardı. Yıllar sonra bu satırlarda buluşturan Rabbime bir kez daha şükürler olsun. Selam ve dua ile …
İnce düşüncen için teşekkür ederim Ayşe.
Sessizliğini tam olarak anladım dersem yalan olur. Anlama çabasıydı sadece. İnsanları konuşurken anlamak bile bu kadar zorken susarken anlamak… Cevabı sende mahfuz.
Unutma ki kader istememiş olsa bizi ne satırlar buruştururdu ne de duygular. 😊