Sevgili Ayşe Nur,
Beklenen son geldi. (Beklenmeyen mi, demeliydim?) Geriye dönüp baktığında ‘iyi ki yapmışım, iyi ki yaşamışım, iyi ki değerlendirmişim’ diyeceği anları olmalı insanın. Ve de keşkeleri olmamalı, keşkesiz bir hayatın çok zor olduğunu bilsek bile.
Kendisine çok değer atfettiğiniz bir sınavın arifesi bugün. Say ki, yarın bayram. Kazanıp mutlu olacaksın. Ama bunların her biri küçük bayram. Daha büyük bayramlara hazırlanmalısın sen. Yaşamın kendisi zaten bir sınavsa -ki öyle- kazandığında yapacağın bayramın hayaliyle kullanmalısın sana verilen süreyi. Sorular belki zor görünebilir, ama asla çalışmadığın yerlerden soru sormazlar bu sınavda.
Biliyorum ki sen kazanırsın, çünkü çalışıyorsun!
Bütün gidişlerin hüzne batırılmış bir yanı vardır. Şimdi değilse de yakın zaman sonra genzi yakan bir ayrılık kokusu yükselecek semaya, -hani pek de sevmediğiniz- okul bahçesinden.
Gidene mi çok koyar ayrılık yoksa kalana mı, kimse bilmiyor. Bildiğimiz, gidecek olmanız. Senin/sizin için ilk olsa da bu kopuş, öğretmenlerinizin yüreği çentik çentik. Ve hiç alışkanlık yapmıyor hicran, kanıksanmıyor. Hepsi ayrı, hepsi özel. Kıymeti bilinsin diye vuslatın.
Ne diyordu Faruk Nafiz:
“İçlenme tabiattaki yekpâre kederden
Yas tutma dağılmış diye kuşlarla böcekler
Onlar dönecektir yine gittikleri yerden
Onlarla giden günlerimiz dönmeyecekler.”
Selam ve dua ile…
Yine eskilerden bir mektup bulup getirdim. Eski deyince öyle üç beş yıllık falan sanmayın. Gerçekten eski. Mayıs gelince on üç yıl olacak. (6 Mayıs 2009) Elimde bunun gibi daha pek çok mektup var. Yirmi yıllık olanlar bile var. Bekliyorlar, neyi beklediklerini bilmeden. Ara ara yenileri geçiyor elime. Yani eskiden yazdığım ama benim şu an ulaşabildiğim mektuplar. Hepsine ulaşabilsem bu blogdaki hatıra mektuplar kadar daha mektup çıkar ortaya. Çoğu kaybolmuştur belki. Hayıflanmaya gerek yok. Zaten bu akıbeti tahmin ederek yazmamış mıydım ben onları? Öyle yazmıştım. Öyleyse!
Hiçbir şeyin kaybolmadığı dijital bir çağda yaşıyoruz. Hayat o kadar hızlı akıyor ki insanlar bir hafta öncesinden bahsederken bile -on, on beş yıl öncesinden bahsediyormuş gibi -geçmiş diye bahsediyor. Burada “geçmişin üzerinden ne kadar geçmiş olursa geçmiş sayılır?” gibi içinden çıkılmaz tartışmalara girmeyeceğim. Bu blog, benim sanal geçmişimle sanal olmayan geçmişimi -sanallaştırarak- birlikte barındırıyor. Bu yüzden çok seviyorum burayı. Bundan dolayı yazı adına yeni şeyler üretirken geçmişten kalan bulabildiğim ne varsa onları da sanallaştırıyorum burada. Hiçbir yazı için acele etmiyorum. Hatta ekibim de bu konuda benimle aynı düşünceleri paylaşıyor. Ekip deyince bloğun arka planında kim var diye merak etmiş olabilirsiniz. Biz aslında üç kişiyiz: Ben, keyfim ve kâhyası… Bu blogdaki her şey üçümüzün başının altından çıkıyor. Ben yazıları yazıyorum. Keyfim yayın politikasını takip ediyor. Kâhya pek bir iş yapmıyor aslında. Ben ve keyfim kâhyanın iş yapmayan hâlini çok seviyoruz. Ömrümüz ona öykünmekle geçiyor.
Sen de düşüncelerini paylaş!