Bu yazının bir amacı yok.
Sanki önceki yazılarımın çok önemli amaçları vardı. Bloğumun epeydir köşede kaldığını fark edince “Neden şimdi değil?” gibi çok önemli bir soru sordum kendime. Cevabı yazının kendisidir.
Yazarlık üzerine yazılmış kitapları inceliyorum internetten. Satın alıp almama konusunda karasız kaldım. Belki alırım diyerek bir kenara not etmişim. Yeni değil, en az beş yıllık bir nottan bahsediyorum. Kısmet olmamış bugüne kadar almak. Sanırım yine kısmet olmayacak. Yazarlığa falan merak sardığımı sanmayın. Merak ettiğim tek şey var: İnsanlar neleri okuyarak yazar olabileceklerini sanıyorlar acaba? Sadece okuyarak yazar olunuyor mu gerçekten! Bence yazarlığın ilk adımı yazmaktır. Son adımı daha çok yazmak…
Bir taraftan Twitter’da birkaç gereksiz muhabbetin içinde “tivit” sallıyorum. İnsanlar bu sanal âlemi ne kadar çok önemsiyorlar öyle. Adı üstünde sanal işte. Gerçekliği yok. Kim niçin bir şeyler yazıyor kimse bilmiyor.
Bir yandan kızlarımın erken doğum günü fotoğraflarına bakıp mutlu oluyorum. Çocukluğunu yaşayamayan çocuklar geliyor gözümün önüne. Doğum günü pastasını hiç bilmeyen, bir mumu üfleyerek söndürmemiş ve dünyanın en büyük işini başaramamış çocuklar…
Aklıma günün futbol karşılaşmaları geliyor. Hemen farklı bir sekme açıp sonuçları öğreniyorum. Dün lig lideri olarak kazanmıştık. Geriden gelenler ne yapıyor diye merak ediyor insan.
Bardakta soğuyan çayımı hatırlıyorum birden. Son yudumu soğuk da olsa içiyorum. Neyse ki mutfak çok uzak değil. Yeni bir çay dolduruyorum kendime. Yazının burasında kavramlara takılıyor zihnim. Yeniden yeni bir sekme. Çay hangi fiille kullanılmalı acaba, diyerek başlıyorum sayfalarda gezinmeye. Doldurmak, koymak, dökmek… Fazlası var, hepsini yazmadım. Hangi fiili seviyorsanız onunla birlikte kullanın işte. Çayınız soğumasın yeter!
Gözüm telefonun sürekli açılıp kapanan ekranına kayıyor. Ne kadar çok bildirim geldi öyle. Kilit ekranından okuyup geçtim hepsini. Cevap verilecek bir şey görmedim sanırım. Cep telefonu denen alet niye hep elimizin altında bulunur ki? Şöyle birkaç metre uzağa bıraksak olmaz mı? Sesini kapatsak mesela. Bakmayın böyle dediğime, cep telefonunu seviyorum ben. Bu yazıyı tamamlayıp sanal âlemin boşluğuna bırakınca ben de ilk olarak oradan okuyacağım. Niye? Biliyorum ki bu yazıyı çoğunuz akıllı telefonunuzdan okuyacaksınız. Okurken ben sıkılmazsam siz de sıkılmazsınız diye düşünüyorum.
Bir an aklıma corona, ekonomik kriz, siyasi olaylar ve ülkenin diğer gündemleri geliyor.
Neyse ben bir çay daha koyayım.
Merhaba Hilmi Hoca’ m yazıların her zamanki gibi keyifli. Yarın Anyalya’ ya geliyorum, Antalya deyince aklıma sen geldin. 😃
Teşekkür ederim Serkan Bey. Kayda değer yazılar olmamakla birlikte beğenmiş olmana sevindim. Geldiğinde görüşme fırsatımız olsaydı keşke. Ama sanırım benim için uygun bir zaman değildi. Bir gün görüşürüz inşallah. Şu anki şartlara bakarsak bu, yıllar alacak gibi görünüyor ama yine de ümitsiz olmamak lazım. 😀
Yazar olmak insanların sandığı gibi kolay olsaydı keşke. Yazar olmak için okumaktan ziyade yazmak daha önemli fikrinizi çok sevdim.Bunu yazar olmuş birinin söylemesi gerçeklik payının yüksek olduğunu düşündürüyor benim için:)Yazının bazı yerlerinde gülümsedim, bazı yerlerinde ise biraz hüzünlendim. Bu korona denen illetin geçmesini ve sanal hayatın biraz olsun azalmasını umut ediyorum.Kendi adıma çok şükür azaltmaya başladım ve öyle de devam eder diye umuyorum.
Merhaba Gülten Hanım,
Bazı yazılar -bu onlardan biridir- ne kadar nükteli olursa olsun bir hüzün barındırır içinde. Sadece yazarı tarafından bilinen…
Bu yazının kaleme alındığı tarihten sonra öyle alt üst oldu ki hayat anlatsam pek çok okur “O kadar da değil artık!” tepkisini verecektir. Evet, o kadar da değil. Daha fazlası. Üstelik anlatmaya ne gücüm var ne hevesim.
Koronayı bir kenara koyarak söylüyorum, ekonomik kriz, siyaset, yazarlık, sanal âlem… Hepsi boş işler. Koronayı da doğrudan sağlıkla ilgili olduğu için önemsiyorum. Bak, yine Nazım’ın dizeleri takıldı dilime:
“Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
…
Bahtiyarım…”