Sevgili Sülbiye,
İlk kez bir boş sayfayı hatıra defteri niyetiyle dolduruyorum. Bir mektup yazıyormuşçasına. Tek başına bir sayfanın, bir hatıra defteriyle kıyaslandığında, yıllar boyu saklanabilirliği nedir, bilemiyorum. Defterlerden bile kopartılıp atılan sayfalar varken, böylesine bir kâğıt parçasının seninle geçireceği yılların sayısını açıkça merak ediyorum. Cevabı sendedir.
Bütün bu söylenenlerin yanında, sıradan olmayan bir yöntemdi bu. Güzel. Her ne kadar kalem sahibini hatıra yazmakla mektup yazmak arasında Araf’ta bıraksa da güzel işte. Aklımın bir köşesinde edebiyat öğretmeni Tanpınar’ın “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup”u var. Ne fark eder ki, bu da bir başka edebiyat öğretmeninin Denizlili bir genç kıza mektubu oluverir. İşin edebî bahsini geçelim.
Kırılır ya da alınır mısın bilemem ama Sülbiye denince benim aklıma 9. sınıfta (10 muydu?) bir pencere önünde hafif kızarmış yanaklarıyla istemeden de olsa yanlış yapmanın mahcubiyetini yaşayan bir güzel kız geliyor.
Kaderin insanları hangi noktada kiminle, niye karşılaştırdığını hiçbirimiz bilemiyoruz. Ama biliyoruz ki, “Şer bildiklerimizde hayır vardır. Hayır bildiklerimizde şer olduğu gibi.” Bildiğim bir gerçek varsa o da zamanın beni haklı çıkarmasıdır. Bu bahsi de geçelim.
İşte gidiyorsun. Hiçbir şey almadan, bir şey demeden. (Şarkı mıydı bu?) Doğrudur, bir şey demeden olur genelde gidişler. Hatta diyemeden. Ama bir şey almadan değil. “Zeybekler”li olduğun dört yıl içinde hiçbir şey almadım diyemezsin. Deme zaten. Hepsi sende kalsın. Kendi adıma -bir pişmanlık değilse de bu- keşke daha fazlasını verebilseydim diyorum. Kısmet bu kadarmış.
Bugünler, dün olduğunda mazinin sayfaları arasından Hilmi Hoca’yı da bulup çıkarabilirsen kendimi mutlu addedeceğim. Hiç aklına gelmeyebilirim de tabi. Bunu da senin vefasızlığına verecek değilim. Olsa olsa benim bahtsızlığım olur.
Dört yıllığına bize emanet edilen Sülbiye’yi dört yılın sonunda yine emin ellere teslim edebilirsek vazifemizi yaptık sayarız. Giderken, yazdığım birkaç cümleyi de nasihate boğacak değilim. Ancak bildiğim bir güzel cümleyi de seninle paylaşmadan edemiyorum: “Unutma ki, ağzında balı olan arının, kuyruğunda iğnesi vardır.”
Yıllar var ki, hatıralarda son sözü hep Faruk Nafiz söylüyor. Yine öyle olacak:
“İçlenme tabiattaki yekpare kederden,
Yas tutma dağılmış diye kuşlarla çiçekler.
Onlar dönecektir yine gittikleri yerden,
Onlarla giden günlerimiz dönmeyecekler.”
* Dipnot: Hatıradır, mektup değildir.
Hatıra defterlerine kıymet verilen yıllarda yazmıştım bu yazıyı. (7 Mayıs 2010, Tavas) Dün gibi hatırlıyorum. Sülbiye elinde bir A4 kâğıdı ile gelmiş ve “Hocam bana bir hatıra yazısı yazar mısınız?” demişti. Hatıra adı üstünde deftere yazılırdı. Bir A4 kâğıdına en çok mektup yakışırdı. Benimse yazdığım mektup değildi. İlginç olansa o zamanlar hatıra dediğim bu yazıların tamamına bugün mektup diyorum. Demek ki Sülbiye bugün gelse ve aynı yazıyı istese dipnotu tersine çevirip “Mektuptur, hatıra değildir.” şeklinde yazacaktım.
Bugün, mektup yazdığım gençlerin pek çoğunun izini kaybettim. Mektubun muhatabı olan Denizlili genç kız da bunlardan biri. Abdurrahim Karakoç’un mısralarıyla söylemek lazım gerçeği: “Düzen böyle bu gemide / Eskiler yiter yenide / Beni değil, sen seni de / Unutursun Mihriban’ım” Ben her şeye rağmen “İyi ki bu kadar çok mektup yazmışım.” demeye devam edeceğim.
Sülbiye de diğer hatıra ( mektup ) yazdığınız öğrencileriniz gibi çok şanslıymış.Eminim bu hatırayı hâlâ saklıyordur .Keşke birgün bu blogdan da haberi olsa..Çok değişik bir ismi varmış bu arada ,şimdiye dek duymadığım bir isim Sülbiye, ama güzel bir isim:)
Defterler başına bir iş gelmediği sürece saklanıyor. Bu hatıra mektubun akıbetini ben de merak ediyorum. Üzerinden geçen 11 yıl onu eskitmedi ise muhatabını kutlamak lazım.
Sülbiye, Arapça kökenli bir kelime. Sulb; bel kemiği, nesil, zürriyet anlamlarına geliyor. Yani ‘soy’ demek. Sülbiye’yi Türkçeye uyarlamak gerekirse “soydan” gibi bir kelime olmalı.
Her talebe böyle değer veren bir öğretmenin eline düşmüyor malesef.
Ben inanıyorum ki saklıyordur mektubunuzu en azından kağıt olarak olmasada muhabbet olarak.
Okumak yazmayı teşvik etti birazdan bir mektup yazacağım özlediğim bir küçük yüreğe.
Teşekkürler hocam…
İnşallah saklıyordur Ayşegül.
Mektup, yazı türleri içinde en içten olanıdır. Hem yazanı hem alanı mutlu eder. Hatta olayla ilgisi olmayan üçüncü şahısları yani okuyanı da mutlu eder desem abartmış olmam herhalde.