Sevgili Havva,
“Şimdiye kadar hatırı sayılır miktarda ‘Mezuniyet Günü’ yazısı yazdım ben. Nasıl yazmayım ki? Her defasında, dört yıl boyunca neredeyse her gününe tanık olduğum ve her günüme tanık olan öğrencilerimi yola koymanın buruk bir tadı, hazin bir mutluluğu vardı ve yazmazsam bu kalp çatlardı.
O yazıları mutlulukla hüznün birbirine iyice karıştığı mezuniyet günlerinin akşamlarında, gün boyu içimden geçen cümleleri ve son kez gördüğüm yüzleri unutmadan yazdım çoğu kez. Görünürde aynı olan bir şeyin çok kez kaleme alınması ilk anda garip görünebilir. Ama her defasında biz aynı kalsak da gidenler farklı olurdu ve her defasında duygularım gibi düşüncelerim de ‘bu gidenler’e özgü olurdu.”
Başka türlü olmazdı, olamazdı. Nazan Bekiroğlu’na hak vermemek haksızlık olur. Yüzlerce öğrencisinin mezuniyetine şahit olmuş, onları yarınlara yolcu etmiş biri olarak hüzündaşız.
Şimdi gitme sırası sende, Havva’da. Bir mezuniyet töreninden bahsetmek için çok erkense de yıllıklara sıkıştırılacak üç beş satırın vakti geldi, geçiyor. Erkene alınmış duygular diyorum ben buna. Haziranlarda yaşanacak hicranların acısını “aralık”larda tatmak. Ve bu acıyı mezuniyete kadar taşımak. Ölümüne gün biçilmiş müzmin bir hasta gibi.
Gitme(yin) demek, karşılık bulmayacak bir temenniden başka ne ki? Haziran akşamlarının birinde, ucube kıyafetlerle sahneye çıktığında pek çok arkadaşın, gitmenin vaktidir. Gitmek için gelmiştik ya zaten. Gidelim.
Gitme(yin) demek, karşılık bulmayacak bir temenniden başka ne ki? Haziran akşamlarının birinde, ucube kıyafetlerle sahneye çıktığında pek çok arkadaşın, gitmenin vaktidir. Gitmek için gelmiştik ya zaten. Gidelim.