Sevgili Ayça,
Öznesi ben, nesnesi sen -ve senin şahsında bütün kuzucuklarım- olan bir sesleniş bu: Özledim.
Kıymeti bilinememiş bir hayatın hasretidir satırlara yansıyacak olan.
Bundan yirmi üç yıl önce elime üniversite diplomasını yenice almış, yüreği hop hop eden bir gençken alnımıza yazılan kaderi elbette bilemezdim. Ne işe yarayacağını henüz kestiremediğim bir diplomanın beni iki ay sonra gençlerin karşısına çıkaracağını ve en saf halleriyle o gençlerin “hocam” hitabına muhatap kılacağını tahmin etmem -hatta tahayyül etmem- çok zordu. O kadar hızlı gelişmişti ki olaylar, şimdilerde bin bir emekle elde edilen bu mesleği bir anda kucağımda bulmuş ve hep öyle olur sanmıştım.
Geriye dönüp baktığımda “Hakkını verebildim mi?” sorusu zihnimi çok meşgul etmiyor. Hem cevabını benim vermeme de gerek yok. Sana ve senden önceki binlerce güzel insana bırakalım sorunun cevabını. İlk eylülde (1994) derse girdiğim gün duyduğum heyecan ne idiyse son haziranda (2016) derse girdiğimde duyduğum heyecan aynıydı. Yıllardır hep aynı şeyleri anlattım sanıyorsun, bir yönüyle öyleydi. Ama muhataplarım değiştikçe film başa sarıyor, ben yine ilk heyecana geri dönüyordum. Ve film hiç bitmiyordu. Eylüllere deli gibi âşıktım, haziranlardan nefret ediyordum.
Hiç mi yorulmadım, hiç mi bıkmadım?
Yorulmaz mıyım! Sabahtan akşama elindeki tek sermayesi ipiyle yük taşıyan bir hamal gibi yorgun döndüm her akşam eve. Hamal sadece bedenen yoruluyordu belki. Ben hem bedenen hem ruhen bitkin düşüyordum.
Kırılmaz mıyım, bıkmaz mıyım! Kırgınlıklarım mahfuz kalsın, bıktığım zamanlar da oldu. Bazen haricî sebepler, bazen içimdeki fırtınalar pek çok soru sordurttu bana: “Yanlış meslek mi seçtim acaba?” sorusuna cevap aradığım nice gece, hikmetsiz iş yapmayan bir yaratıcının kapısında buldum kendimi. Nedir ki tevbe edip tekrar günah işleyen bir kul gibi bıkmaktan utanıp tekrar bıktım farkına varmadan.
Belki böyle bir bıkkınlık anında dile gelen bir cümlenin “kabul saati”ne denk gelmesiydi yaşananlar. “Madem bıktın, dinlen biraz.” dendi cebrî olarak. İnsanın sahipken kıymetini bilmediği her nimet gibi kaybettikten sonra farkına vardım sahip olduğum güzelliğin. “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” inceliğine erebildiğimiz gün bitecek bu hasret.
İronisi kendi içinde bir cezaydı bu. Hani eylüllere âşıktım ya ben! Eylüle güzellemeler yapmıştım ya yıllar boyu. Eylülü ve eylüllerle beraber başlayan başlangıçları böylesine severken bir eylül günü -gerçekten 1 Eylül günü- kapının önünde buldum kendimi.
Sevdiğimden uzakta başlayan ikinci eylül bu. Hasret dağlar boyu büyüyor, yollar boyu uzuyor. Yıllardır edebiyat anlatmaya çalışan ben -bu çok iddialı oldu, heceleyen ben- okuduğum mesnevilerdeki nice aşk hikayesinden öğrenmiştim ki aşk bahsinde âşıka ikisinden biri gerekti: Ya sabır ya sefer…
Gitmeyi gözüm kesmiyor. Hem nereye gidilir ki? Daha gitmeden maşuka hasret kalan ben, gittiğim herhangi bir diyarda maşuku bulamayacaktım ki gideyim. Yani gidemem. Bu kadar çok severken gidemem.
Geriye kalan sabırdı. Yeter miydi? Yetmeliydi. Kırıp dizlerimi, büküp boynumu bekleyecektim. Sevgiliye ulaşamayacak olsam da onunla aynı diyarda olmakla avutacaktım gönlümü. Bağrıma taş basacaktım, taş kesilmesin diye. Hem maşukun suçu yoktu bu ayrılıkta. Hani bazen “Aslı”nın babası girerdi araya bazen “Hüsn”ün kabilesi. Bu kez de böyle olmuştu. Birileri girmişti araya. “Sabırlarının sınanmasını istemeyenler” bizim sabrımızı sınıyordu. Ki onlar bizi çok sabırsız sanıyordu. Ve yanılıyorlardı. Talip olduğumuz sevdayı bilseler, tutulduğumuz sevgiliyi görselerdi anlayacaklardı hangi güçle ayakta kaldığımızı.
Devran döner mi? Dünya dönüyorsa döner elbet. Zalimler ölür, firavun saltanatları yıkılır bir gün. Sevenler elbet kavuşur. Aslı’nın küllerinde yanan Kerem’e mi benzer sonumuz, Leyla’yı tanımayan Mecnun’a mı, bilinmez. Ama mutlak kavuşur âşık ve maşuk. Eylüller bu kadar vuslat kokarken nasıl olur da ebedî olur ki hasret? Bitecek elbet. Sabrın karşılığını, sabrı tavsiye edenden bekliyorsak ve O (cc) vaadinden hiç dönmemişse niye ümitsizliğe kapı aralayalım ki! Allah varsa gam yok Ayça’m!
Kendi hasretimi anlatırken “Sen de özledin mi?” diye sormayı unuttuğumu sanma. Bilerek sormadım. Sen de özlememiş olsan ben bu kadar özler miydim? Hasret senin de içini bu kadar dağlamasaydı benim kelimelerim ateş saçar mıydı böylesine? Özledin biliyorum. Kaç zamandır görmediğim gözlerinde nasıl boy vermiştir şimdi hasret. Kulağın seste, ellerin tedirgin bekliyorsun kapıda.
Geleceğim elbet. İlelebet sürmüyor hiçbir hasret. Sabret.
Biliyorum özledin.
Biliyorsun özledim.
Yine vuslat kokan eylüller çalacak kapımızı. Sil gözlerindeki hüznü. Eylül aşkına… Allah aşkına…
25 Ağustos 2017’yi gösteriyordu takvimler, ben bu satırları gökyüzüne hasret bir mekânda karalarken. Mektubu yazdığım günlerde yarınların güzel olacağına dair ümidim daha fazlaymış. Bugün geldiğimiz noktada -ki beş yıl geçti üstünden- ülkemde hiçbir şeyin değişmediğini görmek beni kahrediyor.