Sevgili Yıldız,
Göğümüzü çalmışlar, farkında mısın? Yüzlerce yıldızım vardı benim. Her biri bir âleme savrulmuş olmalı. Bu hırsızlığı yapanlar, “göksüzlük”e mahkum ederlerse insanları, sanıyorlar ki umutları biter, yaşama sevinçlerini kaybederler. Yıldızlarını alırsak ellerinden, gecelerini de zindana çeviririz.
Söyle onlara; gök bizim içimizde, yıldız içimizde. Yaşadığımız sürece ne gecemizi karartabilirler ne umudumuzu. Bu anlamsız kin, yersiz öfke diner bir gün. O gün geldiğinde biz nasıl davranacağız? Asıl önemli olan bu. “Âşık der inci tenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden”1 diyebilecek miyiz mesela? Ne zor bir ölçüdür bu. Hani hep söylediğim bir ölçü daha vardı: “Zor olan kırmamak değil, kırılmamaktır.” Fırtına dindiğinde kırılmamış kalabilecek miyiz? Yüreğimi yokluyorum, kendimden emin cevaplarım yok içimde. Söylemek kolaymış, yapmak ve yaşamak zor.
Kutlu Nebi’nin hayatı geliyor gözlerimin önüne. Yapılan onca zulüm ve işkence karşısındaki tavrı. İrkiliyorum. Uhud’da dişi kırılınca, Taif’te taşlanınca, eşi Aişe iftiraya uğrayınca neler hissetmişti? Kırılmış mıydı acaba? En yakını olan insanlar, anlattığı dine inanmayınca ne kadar incinmişti? Taif dönüşünde melek, “İste, Allah yerin altını üstüne getirecek” dediğinde belki bütün insanlığa en büyük dersi veriyordu: “İleride içlerinden bir kişi bile İslam’ı seçecekse bela yağmasın üstlerine.” dememiş miydi? Bize de bu anlayışı nasip etsin Mevla.
Sonra dönüp bakıyoruz aynamıza. Aynamız puslu, aynamız kir. Mazeretler üretmişiz kendimize. Biz peygamber değiliz ki diye.
Hasılı kırgınım.
Sen mezuniyet sevincini yaşarken yanında olamadım diye… Bu benim hakkımdı, -isyan olmasın- gasp ettiler. Gözlerindeki ışıltıya ortak olmak isterdim. Birkaç fotoğraf karesinde beraber gülümsemek, bir dilek fenerini beraber uçurmak hakkım değil miydi?
Dedim ya kırgınım.
Yarına bıraktığımız şiirleri okuyamadım diye… Bir plan dâhilinde son sınıfa kalan dersler, konular, şairler vardı. Söylenecek güzel cümleler, bir yere not edilecek mısralar vardı. Kırgınlık deyince söz dönüp dolaşıp Sezai Karakoç’a ve muhteşem şiirine gelecek onun diliyle anlatacaktık derdimizi: “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa / Henüz dinlemedin benden türküler / Benim aşkım uymaz öyle her saza / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.” Rosa’nın kırgınlığı geçti belki. Belki hiç kırılmamıştı. Ya ben?
Dedim ya kırgınım.
Kırgınım. Kaleme almak istemediğim daha pek çok sebepten dolayı. Sayfaları bunlarla doldurup umudunu ve umudumu soldurmak istemem. Değil mi ki Allah var, ümitsizlik bize yakışmaz.
Biz yine bir kitap fuarında sergilikleri beraber gezer, kitapların ışıltılı dünyasında unuturuz tüm dertlerimizi. Rastladığımız birkaç şair ve yazarla ayak üstü muhabbet eder yeni dünyalar kurarız kendimize. Yapmıştık, yeniden yapabiliriz.
Bir kır kahvesine gider, çınarların gölgesinde denize nazır bir masada kaygılardan azade üç beş saat muhabbetin tadını çıkarırız. Semaver çayımızla birlikte koyulaşır muhabbet. Güneşin solgun ışıklarını birkaç fotoğraf karesinde kayda alır, yüzümüzdeki ve içimizdeki huzuru, herkes görsün diye -inadına- birkaç sosyal ağda paylaşır, yıkılmadığımızı gösteririz. Yapmıştık, yeniden yapabiliriz.
Sonra bir gün kapımı çalarsın(ız). Planı yapılmış ama gerçekleştirilememiş bir ziyareti gerçeğe dönüştürür, vefanın, sadece bir semt adı olmadığını gösterirsin. Ziyaret edilen kadar, ziyaret edenin kalbi de pır pır olacaksa çayı demliyorum, gecikme. Yapmamıştık ama yapacaktık. Yapabiliriz. Hatta yapalım.
Ziyaret edenin menfaat için gittiği, ziyaret edilenin yine menfaat için kapısını açtığı şu kirlenmiş dünyada sadece bir rıza için dostlukların sürdürülebildiğini gösterelim ademoğullarına. Ve en çıkarsız ilişkilerin öğretmen-öğrenci arasında olduğunu da öğrensin birileri. Aradan geçen ve geçecek olan pek çok yıldan sonra da “hocam” diye hatırlanıyor olmanın bahtiyarlığı yetecek bana. İlginçtir, böyle bir hitap hiçbir meslek dalında yoktur. Mesela doktoruna yıllar boyu “doktorum” demezsin. Avukatına “avukatım”, kuaförüne “kuaförüm” demediğin gibi. En iyimser ifadeyle bir bey ve hanım unvanı eklersin. “Doktor bey, avukat hanım” şekline döner seslenmeler.
Ne mutlu bana ki dün yolumuzun kesiştiği “kuzucuklarım” da “hocam” diyor, yirmi yıl önce tanıdıklarım da. Aradan geçen onlarca yıl sıfatımızı hiç değiştirmez hatta ona katkı yapar. Daha öncekilerin hocası olmaktan ne kadar mutluysam, senin de “hocam” diye seslendiğin ve sesleneceğin kişi olmaktan o kadar mutluyum.
Gök bizim içimizde demiştim ya anlamıyor işte insanlar. Sen bir kez “hocam” dediğinde içimde çıkan gökkuşaklarını göremeyecekler hiç. En karanlık gecelerde içimde yıldız yıldız ışıdığını nereden bilsinler. Bilmesinler.
Sen biliyor musun? “Hocam” dediğinde yüzünde bir ışık, kalbinde bir umut boy veriyorsa…
Öyle değil mi?
Dört duvar içine koyarak özgürlüğümü elimden alanlar bir şeyi unutuyorlardı. Benim kelimelerim vardı ve ben onlarla her gün kaçıyordum oradan. İyi ki kaçmışım. 16 Haziran 2017’yi gösteriyormuş takvimler ben firar ederken. Ne gardiyanlar görmüştü beni ne askerler. :))
- Alvarlı Muhammet Lütfi Efendi ↩︎
Sen de düşüncelerini paylaş!