Sevgili Nida,
“Bir gün gelir de unuturmuş insan / En sevdiği hatıraları bile.”1 Öyle ya, neleri unutmuyoruz ki?
Bir film şeridi gibi geçer mazi, insanın gözlerinden. Durdurmak istediğimiz kareler vardır. Hani bazen de değiştirmek istediğimiz. Ama akar gider yüreğimizden.
Sen de unutacaksın her şeyi. “Bu okul”, “o okul”a dönüşmeden kıymeti bilinmeli anın ve mekânın. Yarın aynı mekânı başkaları sahiplenmeye başladığında, yaşanamayanlara dair bir keşke kalmamalı insanın içinde. Oturduğun sıralarda başkası oturacak. Her gün kaç kez inip çıktığınız, kaç basamaktır merak etmediğiniz merdivenlerden kimler çıkacak? Koridorlar, kuytu köşeler hangi aşklara şahitlik edecek? Ne çaresizliktir ki, senin pencerenden başkaları bakacak. Gözlerinin değdiği manzarayı kim bilir kimler sahiplenecek?
Yıllar sonra bir gün yolun düşerse -ki düşsün, düşür- bu mekâna, sakın ağlama. Yakın yılların sonrası değil kastettiğim. Uzak yılların ardından, iş güç sahibi olmuşken, çoluk çocuğa karışmışken, eylül artığı günler, dilde dua, elde baston yaşanıyorken gel. Hatıralar seni unutmuşken gel.
Mevsim bahara döndü. Oysa sen ve arkadaşların yağmurlu günleri sevmiştiniz. Camlarda damla damla biriken hüzünleri… Hüzün yumağı şiirleri… Edebiyatı… Hayatı… Biliyor musun bir daha yağmur yağmayacak edebiyat derslerinde, sen varken. Bir daha sonbahar rüzgârının sesi duyulmayacak okul bahçesinde. Yapraklar bir yüreğe dökülmeyecek. Ve bitecek, her güzel an gibi. Bitsin.
Gözlerini hüzün bürümüş bu kalemden çıkan arabesk cümlelerle yüreğini yaralamak niyetinde değilim. Bu kalem ve sahibi elbette biliyor sürur damlayan cümleler kurmasını. Bir ara fırsat bulursa ve yer kalırsa sayfalarda onları da yazacak.
Nedir ki, bir düsturu bildiğim günden beridir hüznü yazmak mutluluk veriyor bana: “Lezzetin zevâli elem, elemin zevâli lezzettir.”2 Sence gerçekliği denenememiş olabilir. Ama bizce biliniyor. Bu yüzdendir hüznün ve acının gölgesindeki sürura iştiyakımız. Dünya hayatının zevalini bir “Şeb-i Arus”a benzeten Mevlana’dır izini sürdüğümüz.
Ve bilirsin ki bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil. Kapının tokmağına dokunmayı bilmeli insan. Bir gül yaprağı olmalı, bardağı taşırmayan. Sığmalı her gönle.
Neden sonra baktığında ardına -bence bakmamalısın- hüznün sevince, sevincin hüzne tebeddül ettiğini görürsün. Hüzün ne, sürur ne? Ne hüzün, ne sürur…