Sevgili Fatma,
Çocuk gelinen, genç gidilen bir mekânın son demlerini yaşarken, yaşaran gözlerinizden belli olur her gün sitem edilerek adım atılan bu mekânın öyle pek de kolay terk edilemeyeceği. Bırakın, gözyaşlarınızda ışıldasın dünya.
Bitmez sanıyordun. Koskoca dört yıl, diyordun. Dört nefeslik hükmü varmış. Yaşadın. Öğrendin. Hayat öyle acımasızca alıyor ki elimizden yılları, elleri kelepçeli bir mahkûm gibi seyrediyoruz olup biteni. Kendi filmimizin seyircisi oluyoruz sonunda.
Bugünler dünde kaldığında kıymete binecek yazılanlar, yaşananlar. Yazılamayıp yarım kalan cümleler. İlk mısrası bulunamadığı için hiç başlamamış şiirler.
Sonra fotoğraflar… Cıvıl cıvıl görüntülerle dondurulmuş “o an”lar. Daha mazi sıfatını kazanmadan siyah-beyaza dönen anılar. Ömrün sonuna, gençliğin baharından bakmak bu olmalı.
Albümlerin olmazsa olmazı sepya fotoğraflar. Mevsim hep eylül… Ayrılık bir sevgili kokusu gibi sinmiş bütün piksellere. Sararmış, solmuş. Bilerek sarartılmış, soldurulmuş belki de. Siyah-beyaz fotoğrafların, faniliği bir şamar gibi yüzümüze vurmasına karşın munis bir dost tebessümüyle ruhumuzu saran sepya kareler… Ah!..
Fotoğraflar, yazılar, yıllıklar, anılar derken geçer gider zaman. Ardında koskoca bir masal bırakarak. Pişmanlık duymadan bakılacak bir geçmişimiz varsa gidebiliriz elbette. Fatma da gidebilir.
Yolun açık olsun. Bahtın da tabi…