Sevgili Habibe,
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya. Ne çok yorulduğumuzu bilmiyor çokları. Bilmesinler. Bilmeleri de gerekmiyor. Kalbimize baksalar göreceklerdi. Bakmadılar, bakmak onların da kalbini yoracaktı çünkü.
Üstelik yorgunluğunu aşikâr edecek birileri de yoktu buralarda. Hâsılı yorgunduk. “Yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı var.”1 diyen şaire hak verip geçip gideceğiz bu âlemden.
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya. Gülümsemeyi öğrendik acılara. İsyana hiç kapı aralamadan kul olmanın derdindeydik. Yandık, kül olduk. Kül oldukça kul olduğumuzu fark ettik. Biz bir kor’duk. İki nokta kör etti gözlerimizi. Kurtulabilseydik fazlalıklarımızdan yine yanar, yine kor olur, yine kul olurduk.
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya. Acıyla sınandığımız kadar aşkla da sınandık. Ve biz ne çok şeyi aşk sandık. Kâh bir gülüşün peşinde yorgun düştü gözlerimiz, kâh uzun kış gecelerinde bir serenada niyetlenirken bir sevgili kulağında yankılanmadan heder oldu sözlerimiz. Bu yüzden suskunluğumuz. Âşıktık.
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya. Ölümle dağladık yüreğimizi. Dağ dağ oldu da kapanmadı yaralarımız. “Lezzetleri acılaştıran ölüm” diyordu Kutlu Nebi. Bilseler ne acı! Temenni değildir. Bilmesinler. Bu, duadır. “Kalp hüzünlenir, göz yaşarır”dan öte değil içimizden geçenler. Ya içimizde kalanlar? Hep içimizde kalanlar…
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya. Ve hiç bitmeyen imtihanları geçerek çekip gideceğiz buralardan. Süremiz dolacak, son bir kez çalacak ders zili. Bir teneffüse koşar gibi, bir servise yetişmeye çalışır gibi olacak mı sınıftan çıkışımız? Olmayacak. Yahya Kemal’in “meçhule giden bir gemi” diyerek tarif ettiği bir belirsizlikle ayrılacağız limandan. Meçhul mü? Bizi bekleyen bir diyar vardır elbet.
Bir zaman, mezuniyet cübbelerini giymiş, koridorlarda serseri mayın gibi dolaşan öğrenciler dolduracak okulu. Hani o, üzerimize hiç oturmayan kıyafetler. Sonra yüzlerce kareye hapsedilen ama gerçek bir an’ın mutluluğunu vermeyen / veremeyen kareler… Bu yüzden değil mi fotoğraflarımızı defalarca filtreden geçirişimiz. Belki ışık yetersiz gelmiştir, belki renkler çok donuktur. Oysa biz hep ışıltılı, cıvıl cıvıl bir hayatı yaşamak istemişizdir. Bir filtre, bir filtre daha. Al sana ışıl ışıl fotoğraflar. Ne hüznü kalmış ne vedası.
Bir modanın peşinde “dış çekim” diyerek süslenmiş fotoğraflar birikecek belleklerimizde. Dışımızı boş ver fotoğrafçı. İçimizi çekecek makinen var mı? Belki içimiz filtre de istemez. Kendiliğinden eskitilmiş, yıpratılmış kareler yansır objektiflerden sihirli camlara, parlak sayfalara. İçimizi görenler içliğimize takılıp hiçliğimizi ıskalamasınlar.
Hiç bitmeyen imtihanları geçerek geldik buraya.
- Nihat Behram ↩︎
İmtihan olmanın sonu yok :)Devam devam devam…
Teşekkür ederim. 🙂
İmtihan olmasaydı dünya yaşanır bir yer olmaktan çıkardı sanıyorum. İmtihan varken bile halini görüyorsunuz.
Harika idi 🙂
Teşekkür ederim Ece Hanım.
Sorduğunuz soruya e-posta ile cevap verdim. 🙂