Sevgili Cansu,
“Seninle şöyle bir oturup konuşamadık…”
Öyle ya, başından sonuna, lise hayatının bütününe şahitlik yapmışken nasıl olur da konuşulmayan bir şeyler kalır?
Birlikte adım attığımız bu mekândan ayrılmak önce senin kısmetine yazılmış. Okuyabilseydik yine hicran çalar mıydı kapıyı? Çalardı ve sen giderdin. Okuyabilseydim “gitme” der miydim? Gitmek için gelenlere gitme desen gitmezler mi? Okuyabilseydin gitmemek için bahaneler bulur, kalmak için çareler arar mıydın?
Bütün soruların cevabını biliyorum ben. Yazar boşuna yormasın kendini. Vakti gelmemiş bir ayrılığa ağıtlar yakmaktan başka anlamı yok satırların. Yaşanmamış vedaların ıslanmış mendilleri gibi kelimeler. Sıksan hüzün damlıyor, damlayacak.
Kaç eylül önceydi. Harfleri bile hüzün kokan kaç eylül… Koşarak girmiştin o kapıdan. İnşaat artıklarının henüz temizlenmediği, bahçesinin hiç bakım görmediği her hâlinden belli yeni bir binanın soğukluğu çökmüştü üstümüze. Çölde yolunu kaybeden yolcu kadar yalnızdık bu küçük şehirde. Alabildiğine uzayan ekin tarlaları ve nar bahçelerinden başka ne vardı ki görebildiğimiz? Her sabah yoldan geçen koyun sürülerini saymazsak.
Önce ekinler sarardı, ardından nar bahçeleri çekildi dünyamızdan. Sonra binalar üstümüze üstümüze geldi. Neden sonra fark ettik ki yıllar geçmiş. Bir ayrılığı unutturmak içinmiş bütün olup bitenler. Oldu, bitti.
Oldubittiye gelmeyen anlar da vardı elbette. Bazen bir doğum günü pastasını kestik, hak edip etmediğimizi bilmeden. Bazen edebiyat derslerinde mısralar döküldü dilimizden, murad olunan manaları çok da anlatamadan. Şairler bizi affetsin. Bazen konferanslara koştuk, sağımızda not tutanlar bizi de “orada vardı” yazsınlar diyerek.
İlk cümleyi Ali Çolak’tan emanet aldım. O da Sabahattin Ali’den emaneten almıştı. Bir yakınmayı dile getiren Çolak, paragrafın devamında şöyle diyordu:
“Hayatımız görüşmelere izin vermemiş, vermiyor. Alelacele gidişlerde, dar vakitlerde, uçak kalkarken, otobüs giderken, vapura koşarken, çocuklar kolumuzdan çekiştirirken, telefonu kapatırken ve her ayrılışta mütemadiyen… ‘hadi görüşürüz!’ Kararlıyızdır, şansa bırakmak istemeyiz, ‘bak, görüşelim, mutlaka görüşelim, tamam mı!’ Bir iyi niyet cümlesidir, söylenir. Fakat görüşemeyiz! Aylarca, bir, iki, üç yıl, belki daha fazla… Sonra bir gün telefon! Yakınmalar, mazeretler… Arada doğumlar, hastalıklar, ölümler, arada büyük unutuşlar olmuş; ikimizden biri hiç yaşamıyor gibi. ‘Bu sefer görüşelim’ diyoruz, ‘bir daha arayı açmayalım!’
Görüşebilir miyiz?..”
Sahi, bir daha görüşebilir miyiz?
Kıymetli hocam,kelimelerinize ve yüreğinize sağlık!
Yazılan pek çok satırın yıllıklarda nasıl yer bulduğunu çoğu kez bilmiyor olsak da… Yazmaya devam ediyor kalem…
zaman hızlı geçiyor deriz, hayat hızlı akıyor…. Oysa acelesi olan sadece biziz. Biz insanlar . Hayatın rutinleri hep olacaktır. Ama dostla muhabbetin, bir cümleyi paylaşmanın, bir bakışmanın ve hatta susup sadece varlığını hissetmenin tekrarı olmayabiliyor işte ….
Bazen başka gaileler karışıyor araya , bazen türlü engeller …
Merhaba Kahvetelvesi,
Bazen başka gaileler karışıyor araya, bazen türlü engeller…
Bir yorumu cevaplamak bile günleri alabiliyor. Biz insanların hiç bitmeyen işleri yüzünden hepsi. Nereye yetişmeye çalışıyorsak! Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şiirinde söylediği gibidir belki de her şey:
Sevgileri yarınlara bıraktınız / Çekingen, tutuk, saygılı. / Bütün yakınlarınız / Sizi yanlış tanıdı. // Bitmeyen işler yüzünden / (Siz böyle olsun istemezdiniz) / Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi / Kalbinizi dolduran duygular / Kalbinizde kaldı. // Siz geniş zamanlar umuyordunuz / Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. / Yılların telâşlarda bu kadar çabuk / Geçeceği aklınıza gelmezdi. // Gizli bahçenizde / Açan çiçekler vardı, / Gecelerde ve yalnız. / Vermeye az buldunuz / Yahut vaktiniz olmadı.
Bitmeyen işler yüzünden…