Sevgili Mustafa,
Bu mektubu bitirdiğimde işimin yarısını bitirmiş sayacağım kendimi. Bu ilk yazı. Hedefimi tutturabilirsem -inşallah aksama olmaz- en az yirmi beş mektup koydum zihnime.
Kelimelerle dans etmenin keyfine varmış, bunu başarıyla yapmış ve yapmakta olan birine bilinmeyen bir dans figürü göstermek kadar zor olacak bu. O zaman dans!
Uzun zamandır her şeyi telefonda ve bilgisayarda karalayan ben bu yazıyla yeniden kalemi aldım elime. Şu an kalemin sayfalar üstünde gezinirken çıkardığı ses, çok sevdiğim bir şarkıyı dinlemekten daha fazla keyif veriyor bana. Bu ses hiç susmaz inşallah.
Şu satırlardan senin ne zaman haberin olacak hiç bilmiyorum. Belki bir hoş sürprizle çıkarım karşına. Sadece bu mektup değil tabi. Yazmayı planladığım diğer pek çok yazı buna dâhil. Kimler olacağına da karar vermiş değilim diğer mektupların sahiplerinin. Kimi bir kenarda bıraksam haksızlık olacak. Birileri kırılacak. Keşke bütün kırılmalar kelimelere sahip olamamaktan olsa değil mi?
Kaderin muradı nedir bilmiyoruz şu an yaşadığımız durumla ilgili. Neler ummuştuk, bahtımıza neler düştü. Üç yıldır yetiştirdiğimiz, emek verdiğimiz bahçenin güllerini başkaları derecekmiş. Ne dersin? Dersin bakalım. Bilirsin ki biz fidanları menfaat için büyütmemiştik. Yetiştirip çekip gidecektik. Güllerini kim dererse dersin dedik -demedik mi?- yirmi yıldır.
Hep öğrenciler gidecek değildi ya! Bu kez, yirmi yıldır gidişlere ağıt yakan bendim giden. Hep aynı olmaz ya roller! “Siz geniş zamanlar umuyordunuz / Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.”1 Ve şimdi acımasızca yüzümüze çarpıyor o geniş vakitlerin hiç olmayacak olmasını.
“Ama sözcükleri götüremeyecekler”2 demişti bir yazar. Yaşadığımız sürece sözcüklerin bizimle olacağını göstermek gerekiyordu birilerine.
Bu gerçek, sözcüklerce de biliniyor olmasına rağmen nasıl da tedirginler baksana. Yerini nasıl yadırgıyor her bir kelime. Cümleler ne kadar eğreti. Ve bütününde yazı ne kadar derme çatma. Böylesine kusurlu iken her şey, bunun, sözcüklerle olan ilişkisinde kusursuzluğa ermek üzere olan birine emanet veya hediye edilecek olması apayrı bir garabet aslında. Biliyorsun ki kusur kelimelerin değil, kelimelere anlam yükleyen kâtibindir. Oysa ben ne kusursuz bir mektup hayal etmiştim. Hayal işte.
Her tür noksanına rağmen, sen, samimiyetinden şüphe duymayacağın bu yazıyı evinin, dolabının, kütüphanenin, ne bileyim kalbinin en müstesna yerinde sakla. Kalbinin kuytu köşelerinin gece olduğunu ve oralarda ‘yıldız’ların ışıdığını ikimiz de biliyoruz. Kalbini yarınlarda da yıldızlar ışıtmaya devam etsin ki her yanı sanata bulanmış bu cümlenin gelecekte de bir anlamı olsun.
Üç yıl-dan fazla bir zaman- sonra… [01.03.2020]
Yarım kalmış bu ilk mektubun arasına pek çok mektup sıkıştırdım ben. Bağışla. Diyeceklerim vardı, cümleleri boğazımıza dizdiler. Sustuk mu? Hayır! Erteledik sadece. Umudu, sevinci, yaşamı erteledik. Ve kelimeleri…
Bedenlerimizi hürriyetten yoksun bırakanlar, kelimelerin de esir olacağını sandılar. Bilmiyorlardı ki kelimelere zincir vurulamaz. İnsan sahip olduğu kelimeler kadar özgürdü. Aylar boyu kelimelerle kaçtım dört duvar arasından. Ne kapıda bekleyen gardiyanlar gördü beni ne nöbet kulübesindeki askerler. Hepsi kelimelerin çok uzağındaydılar. Cahilliğin esaretinde yaşıyorlardı. Her gece firariydim ben. Çünkü kelimelerim vardı.
İşte bu firar günlerinde araya başka mektuplar girdi. Senin mektubunu tamamlamak seneler aldı. Gam değil.
İnsan bazen bir şeyi severken “ilk göz ağrım” diye sever. Ben sizi “son göz ağrım” diye seviyorum. Bundandır aradan geçen bunca zamana rağmen bu mektubu -ve mektupları- bitirme telaşım. Bu uzunca molanın sonrasında yine birilerine “ilk göz ağrım” diyebilecek miyim bilmiyorum. İkinci bir bahar yaşar mıyım, Allah biliyor. İyi ki her şeyi Allah görüyor ve biliyor.
Ben heybemde üç beş kelime yeniden çıkıyorum yola.
Artık onlar düşünsün!
2017 yılında mezun etmeyi düşündüğüm gençler vardı. Kısmet olmadı. Mezun ettiğim pek çok öğrenci için hatıra mektuplar kaleme almıştım. Kısmet olsaydı 2017 yılı mayıs ve haziran aylarında da Mustafa ve arkadaşları için yazılar kaleme alacaktım. Ama 2016 Temmuz’undan sonra hayat çok farklı aktı. Değişmeyen tek şey bu yazıların kaleme alınması oldu. Belki zamanını tutturamadım, çok uzun bir süreyi buldu yazmam. Mesela mektubu yazmaya 2 Aralık 2016 tarihinde başlamışım. Bitirmek 2020 yılında kısmet olmuş. Ama yazdım. Birazını içeride, birazını dışarıda, birazını daha dışarıda… Size sadece okumak ve yorumlamak kaldı. 🙂
Üç yıldır yetiştirdiğiniz, emek verdiğiniz bahçenizin gülleri şimdi dört bir yana dağıldı ve farklı memleketlerin topraklarına kök saldı. Nereye gidersek gidelim, hangi toprağa kök salarsak salalım, gül fidanı ne tohumunu unutur ne de bahçıvanını… Siz gül yetiştiren adamsınız biliniz ki gülleriniz hiç solmayacak zira onların tohumunu en güzel şiirlerle ektiniz.
Ah be Maide’m!
Çiçeklerden yana endişem yok da bahçıvan harap oldu bu sefer. Güllere ve bahçeye zarar veremeyenler, gül yetiştiren adamlara dikti gözünü. Yıkıldık mı? Cevabım bu -ve önceki ve dahi sonraki- mektuplarda gizlidir.
Şiirleri sonra konuşalım…
Sevgili hocam;
Mektubunuzu paylaştığınız günden beri her gün okuyorum. İlk cevabımı size mesaj yoluyla iletmiş olsam da herkesin huzurunda teşekkür etmek boynumun borcudur. Yıllar sonra beni hep imrendiğim mektupların muhatabı kıldığınız için çok teşekkür ederim. Onlar götürmesin diye ceplerinize doldurup başka diyarlara taşıdığınız kelimeleri birer mektup halinde bize hediye etmenizin teşekkürü hangi cümleye sığar, bilmiyorum.
Mesaj ile cevap verirken de bu mektuba nasıl mukabele edeceğim hususunda tereddüt yaşamıştım. Esasen bir mektubun yankısı bir başka mektupta aranmalıdır. Ancak daha evvel de söylediğim gibi en güzel mektuplar henüz yazılmamış olanlardır. İçimiz yazılmamış mektuplar mezarlığı, bir bilseniz. Yine de bir gün söylenmemiş tüm sözlerin yazılmamış mektupların sayfalarından taşarak elinize, yüreğinize ulaşacağına olan inancım bâkî.
Şimdi sınıflarda yıllar önce okuduğunuz şiirlerin yankısı asılı. Yokluğunuzun gölgesi dolaşıyor koridorlarda elinde dumanı tüten çay bardağıyla. Ne siz oradasınız, ne biz, ne de bir başkası. Birbirine çok benzeyen bu eksiklikleri birleştirip tamamlanırız belki bir gün. Ömrümüz ayrılıklar toplamı ve belki yarım kalan bir şiir olsa da*, henüz içimizi dökmekten vazgeçmiş değiliz. Bu, yaşadığımız şeyin ayrılık olmadığını teyit eder değil mi?
Sınıflarda yarım bıraktığınız şiirlerden biriydi: “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde.” Gelin şaire uymayın siz. Gurbette olsanız da gurbeti almayın içinize.
Bir de neresinden bakarsanız bakın yarım kalan bu cevabı cevap olarak kabul etmeyin. Etmeyin ki ben aynı mektuba daha birçok gece cevap üretmek için kıvranayım. Cevapsız kalsın ki mektubunuz, hiç tamamlanmış olmasın. Böylece siz eksik bir mektubu bense eksik bir cevabı tamamlamak telaşını yaşayayım. Diğer tüm telaşlar ayırıyor bizi, bari bu telaş birleştirsin.
Mustafa’m,
Her mektup kaderini yaşıyor. Vakti gelen her cümle tüm engellemelere rağmen beliriyor sayfaların üstünde. Yazılmamış mektupların tamamı yankısını bulmak üzere gün yüzüne çıkıyor, çıkacak.
Sınıflar, koridorlar, bahçeler… Hepimiz eksiğiz. Yarım kalan bu besteyi bir gün tamamlamak ahdimiz olsun. “Küfür devam eder, zulüm devam etmez.” der eskiler. Tarih buna şahittir. Umudumuz baki. Kelimelerle direneceğiz zalimlere. Yarınlar bizim olana kadar…
Yazı buluşturuyor bizi. Buna da şükür.