“Benimle ömür mü yaşayacak?” sözünü ilk duyduğumda çok hoşuma gitmişti. Evet dedim, hiçbir eşya benimle ömür yaşamayacak. Sonuçta ben insandım ve her şey benim kullanmam için vardı veya yaratılmıştı. Öyle değil mi?
Sahi, bunu kim öğretti bize? Bu acımasız, sâkil fikir, bir sakar veya bir müsrif tarafından uydurulmuş olabilir miydi?
Geçen gece sahura kalktım. Daha yüzümü bile yıkamadan buzdolabına gittim. Dondurucunun kapağını açmaya çalışırken biraz dengesiz tutmuş olmalıyım ki bir köşesi “çıt” dedi elimde kaldı. Hemen yapıştırdım sihirli cümleyi: “Aman, benimle ömür mü yaşayacak?”
Üstünden iki gün geçti aklım hâlâ dolabın kapağında. Kırıldı. Bir insan kırılır ya hani, onun gibi kırıldı işte. İncittim onu. Ölçüyü kaçırmış olabilir miyim? Küçük bir parça hepi topu. Değiştirirsin, olur biter.
Yok yok, öyle değil. Bu kadar basit olmamalı insanın eşyaya bakışı. Irmaktaki su gibi akıp geçerken dünyadan, kullandığımız hiçbir eşya incinmemeli bizden. Eşyanın da bir ruhu olduğuna inanmalı.
İnsanların eşyaları nasıl hor kullandıklarını gördükçe çıldırıyorum. Dengesizlik bende olabilir, kabul ediyorum. Ama bu, içimden geçenleri yazmama engel değil.
İki kişinin yemek yediği bir masaya bakıyorum. İkisi de aynı yemeği yemiş. Biri tek bir peçete ile -ki onu da incitmeden kullanmış- yemeğini bitirmiş. Diğerinin yemek yediği alan ikinci dünya savaşının atom bombası atılmış bir şehri gibi. Peçetelerle savaşmış âdeta. Kaç tane kullanmış olduğu başka bir yazının konusu ama sana hizmet eden bir eşya bu kadar mı acımasız kullanılır diyorum. Biliyorum, şimdi içinizden peçeteyi incitmeden kullanmak ne demek ki diye bir düşünce geçiyor. Bu düşünce geçtiyse bilin ki siz peçeteyi incitiyorsunuzdur. Peçeteyi incitmeyen biri zaten söylemeye çalıştım şeyi çoktan anladı.
İnsanların ellerindeki cep telefonları dikkatimi çekiyor. Gördüğüm telefona yaklaşık bir ömür biçiyorum. Modelini soruyorum, daha bir yıl olmuş piyasaya çıkalı. Telefona bakıyorum, on yıldır kullanılmış gibi görünüyor. Ne yaptın dostum bir telefonu bu kadar incitmek için? Dağdan odun mu taşıdın onunla, tünel mi kazdın, maden ocağında kazma olarak mı kullandın?
Giydiği kıyafetleri incitenler geliyor aklıma. Aldığı bir ayakkabıyı daha bir ay giymeden parçalayan, parçalamadıysa bile birkaç yıldır giymişçesine yıpratan birinin ruh hâlini hep merak etmişimdir. “Aynı ayakkabıyı birkaç yıl giymek mi?” diye anlamsızca yüzüme bakan moda meraklıları veya modayı takip etmese de eşya değiştirme meraklıları bu yazının muhatabı değil kesinlikle.
Oturduğu sandalyeyi, yattığı yatağı, çay içtiği bardağı, yemek yediği kaşığı, ağzındaki lokmayı, içtiği suyu, içinde yaşadığı evi inciten insanlara acıyarak bakıyorum. Bir gerçeği görmezden gelemem tabii. Hayat onlara güzel. Hoyratça tüketiyorlar her şeyi.
Hele okuduğu kitabı incitenler… Daha kapağını açar açmaz cildini paramparça eden, iki sayfa okuyup okuduğu her sayfayı ortasından katlayanlar… Satırların altını çizerken bir ressamın fırçası gibi mi elinde kalem? Bir heykeltıraşın mermeri işlemesi gibi mi çiziyorsun satırları yoksa tırnaklarıyla tenini kanatan bir depresif gibi misin? Sadece maddi incitme değil kastım. Gözlerinle satırları incitiyor musun mesela?
Yürüdüğü yolu, dinlediği şarkıyı, ıslandığı yağmuru incitenler… Sonra yazıyı incitenler… Kelimeleri, sözü incitenler…
Eşyayı böylesine hor kullananların, ikili ilişkilerde karşısındaki insanı da aynı derecede hor kullanacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Birinin kalbini kullanıp incitenleri geçtim, insan kendi kalbini kullanırken bile onu kırmamanın, incitmemenin derdinde olmalı.
Ölenlerin arkasından “Yattığı yer incitmesin.” duası yapılır hep. Oysa bu dua şöyle olmalıydı bana göre: “Yattığı yeri incitmesin.” Karakoç’un şiirini hatırlatmanın vaktidir:
Gölgesinde otur amma
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara
Toprak senden incinmesin.1
Merak ettiniz, biliyorum. Dolabın kapağından özür diledim tabi. Dilemez miyim!
- Abdurrahim Karakoç, İncitme ↩︎