You are currently viewing Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali

Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali

Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanını okudum. Gecikmiş bir okuma olduğunu biliyorum. Kütüphaneme çok geç girdi eser. Yetmezmiş gibi bir süre de kütüphane rafında bekledi. Eser ve müellif beni affetsin.

Bilenler bilir, “Aman bu kitabı okuyun, bu kitabı okumazsanız hayatınız eksik kalır” babında iddialı tavsiyelerde bulunmayı sevmem. Nadirattandır bu.

İsteyen istediğini okusun. Bak, ben hiç dikkate almış mıyım bunca tavsiyeyi? Hayır. Yıllardır çok okunan eserler listesinin başından inmiyor Kürk Mantolu Madonna. Ama ben yeni okudum.

Her romanın kendine has bir güzelliği vardır elbette. Yine bilirsiniz ki her roman herkes için aynı keyfi vermez. Bundan dolayı bir eserden bahsederken abartılı cümleleri sevmem. Bırakın okuyucu kendisi karar versin eserin güzelliğine veya kalitesizliğine.

Sabahattin Ali’nin başka eserini okuduysanız dilinin saflığını ve akıcılığını fark etmişsinizdir. Kendi adıma geç keşfettiğim bir yazar Sabahattin Ali. Şairlik yönünü tanıyordum. Şiirlerini çok okumuştum. Ama iyi bir yazar olduğunu anca fark ettim. Daha önce “İçimizdeki Şeytan” adlı romanını okumuştum. İki romandan hangisi derseniz, ben “İçimizdeki Şeytan” derim.

İnternet’te gezinirken öğrendim ki, Sabahattin Ali eserini askerdeyken kolu çatlak halde yazmış. Eser, ilk olarak 1940 yılında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı altında 48 bölüm olarak yayımlanmış. Romanın pek çok dile çevrildiğini de unutmayalım.

Eser, Maria Puder ile Raif Efendi’nin aşkı üzerine kurgulanmış. Olayı anlatmayacağım. Zaten buna gerek yok. Unutmayın ki, hiçbir özet, eserin yerini tutmaz. Roman özeti okuyup tat alacağını sanmak, kavanozun dışından bal yemeye benziyor biraz. Balın orada olduğunu bilirsin ama tadını alamazsın. Öyle bir şey işte.

Eserde pek çok cümlenin altını çizdim. Kütüphanemde çizilmemiş eser yok ki zaten. Altını çizemem diyerek başkalarının kütüphanesinden eser alıp okumayı bu yüzden sevemedim hiç. Ama kendime ait kocaman bir kütüphanem oldu bu sayede. Hani tiryakiler sigaraya verdikleri paraya hiç acımıyorlar ya, ben de kitaba verdiğim paraya hiç acımadım ömrüm boyunca.

Altını çizdiğim satırların hepsini buraya koymak isterdim lakin bu; eser, yazar ve yayıncı için hakkaniyetli bir davranış olmaz. Örnek olması bakımından üç beş cümle koyalım yeter. İşte bütün mesele bu: Cümleleri almak veya almamak… Elediklerim üzülmesin artık. :))

ALINTILAR:

Halbuki sebeplerin en büyüğü, en mukavemet edilmezi, ölüm varmış.

İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı.

Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?

Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?

Kendilerini istihfaf ettiğim insanların bunu anlamasına imkân yok, anlayabilecek olanlar ise, zaten istihfafa layık olmayanlar. Şu halde bütün sanatlar gibi resim de muhatapsız, yani asıl kastettiklerine hitap etmekten âciz…

Aradaki bütün bağlar, ruhlar beraber olmadıktan sonra, ne ifade ederler?

Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir?

Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!..

“Yılbaşının da sence hiçbir hususiyeti yok mudur?” diye sordum.
“Hayır” dedi, “senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu herhangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması… İnsan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir…

Deli olacağım, yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor.

Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak… Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak…

Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim.

Arada bir fark vardı: Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu.

Önüne geçmek mümkün olmayan işlerde telaş ve heyecan göstermek çocukluktur.


Buraya eserin önsözünden de bir alıntı koyalım. Diyor ki Füsun Akatlı: “İlk basımı 1943 yılında yapılmış olan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken, dilinde ve anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyat barbarlığından kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara ve okura saygısından ötürü kutlamak isterim.”

Hâlâ, Cumhuriyet Dönemi romanlarının dilini anlamıyorum ben, diyen var mı içinizde?

Beni bilgilendir
Bildirim
guest
2 Yorum
Satır içi geri bildirim
Tüm yorumları gör
o benim işte
o benim işte
9 Şubat 2018 01.05

Harika bir roman. Yıllar önce okumuştum. Geçmişe götürdünüz beni. Teşekkür ederim. :))