Sevgili Azize,
Bir mektubun muhatabı olmak için aynı çatının altında, sınıflarda, koridorlarda, okul bahçelerinde birlikte zaman geçirmek gerekmiyor. Kaderin bizi bir yerlerde karşılaştırmış olması yeterli.
Madem karşılaştık -bu karşılaşmada kaderin bir muradı olduğunu hep düşünmüşümdür- senin de bahtına düşen birkaç satırı sana ulaştırmak yazıcının vazifesidir.
Yazdığım bütün mektupların muhataplarından önce bir okuyucusu olmuştur. Ve ilk okuyucum bu satırların çoğunu anlamadığım bir sebeple kıskanmıştır. Belki bütün satırların kendisine hitaben yazılmasını istemiştir ilk okuyucum. Zahirde bu mümkün olmamakla birlikte bunun tam da istediği gibi olduğunu aslında en iyi o biliyor. Her neyse, bu mektubun görünen muhatabı sensin.
“Liseli bir genç kız” olmanın sırrına vakıf olmamış / olamamış birine yazacak olmam beni zora sokuyor. Bir lisede ders saatlerini teneffüs etmiş olsaydın anlatacaklarımı çok daha kolay anlayacak ve ruhunda daha derin hissedecektin.
Bunları söylerken dört yıldır öğretmenlik yapmadığımı -aslında yapamadığımı- unutmuş değilim. Yıllar var ki ben de unuttum bir sınıfın havasını. Teneffüslerdeki koşuşturmayı. Sınav günlerinin tatlı telaşını. Gözlerimin içine bakan ama hiç gözlerinin içine bakmadığım öğrencilerimi. Özlenmesi gereken daha pek çok şey. Ama özledikçe kanatan, bu yüzden hiç özlenmiyormuş gibi yapılan pek çok şey.
Çok büyük anlamlar yüklememiştik edebiyat derslerine. Bir ahlak öğretisine bürümeden saatleri; iyiye, doğruya, erdeme dair üç beş kelam edip gidiyorduk. Güzele ve güzelliğe dair birkaç cümle. Birkaç cümleden daha fazla birkaç mısra. Şiirin olmadığı bir dünyayı eksik sayıyorduk. Liseli bir genç olarak karşılaşmış olsaydık seninle ders aralarında sen de üç beş şairle tanışmış olacak, mısraların büyülü dünyasında yolculuğa çıkacaktın.
İstersen sana şimdi de birkaç şair ismi söyleyebilir, hatta şiirler okuyabilirim. Ama bir dersin kendine has havasını yakalamak mümkün olmayacak. Şiir saflığını kaybedecek. Benim saflığıma bak ki zulmün zirveye çıktığı bir dönemde hâlâ şiirden, şiirin saflığından bahsediyorum.
Çinliler -sanırım Çinliler- beddua edecekleri zaman, “İlginç zamanlarda yaşayasın.” derlermiş. Hangi Çinlinin bedduasına uğradık bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ilginç zamanlarda yaşadığımız. Müslümana, müslüman -sanırım müslüman çünkü öyle görünüyorlar- eliyle zulmedilirken sesini çıkarmayan milyonlarca müslümanın -sanırım sesini çıkarmayanlar da müslüman çünkü onlar da öyle görünüyor- olması yetmez mi ilginç zamanlarda yaşadığımızı göstermek için? Sen neredesin? İbrahim’in ateşine su taşıyan kuş musun söyle? İnsanın eliyle ve diliyle düzeltebileceği kötülükler varken sessiz kalan yığınların içinde kaybolmuş kimliksiz bir birey mi! Sitemim sana değil, bilirsin. Belki bu mektubu hiç okumayacak olanlara sitem ediyorum. Kalemimi durdurabilirsem yeniden sana sesleneceğim. “Canı cehenneme başkasının yangınıyla evini ısıtanın” diyordu şair Şükrü Erbaş. Evet, canı cehenneme. Birilerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa edenlerin. Düşman gördüklerinin ölümlerinden hayat devşirenlerin canı cehenneme.
Sen benim öğrencim olmadın hiç. Mevcut eğitim sistemi içinde öğretmenin öğrenciyi, öğrencinin öğretmeni seçmesi diye bir kavram yok henüz. Eğer olsaydı, öğrencim olmanı isterdim. Hep öğrenciler ‘hocam bizim dersimize siz gelin’ diyecek değiller ya. Bu kez cümleyi tersinden kuruyorum. “Azize, edebiyat derslerini benden dinlemek ister misin?” Ya da “Benim derslerime katılmak ister misin?”
Örgün bir lise eğitimi almamış olmak bir kayıp mıdır insanın hayatında? Akademik basamak olarak düşünülünce elbette kayıp değildir. Ben senin adına neye üzülüyorum biliyor musun? Hiç liseli arkadaşın olmayacak mesela. Okul yolunda muhabbetin belini kıracağın, can ciğer kuzu sarması arkadaşlar. Bir şiir defterin var mı mesela? Liseli bir genç olsaydın belki bir şiir defterin olurdu. Bir hatıra defterin olurdu mesela. Arkadaşlarının basmakalıp cümlelerle duygularını dile getirmeye çalıştıkları. Belki onu utana sıkıla öğretmenlerine de götürürdün, birkaç satır yazmaları için. Ve onlar seni genellikle hayal kırıklığına uğratırdı. Pek çoğu vaktinin olmadığını bahane ederdi. Oysa hepsinin fazlasıyla vakti olurdu. Olmayan tek şey az biraz ilgisizlikti ve pek çok Türkçesizlik. Gitmediğin bir lisenin hiç olmayan öğretmenlerini acımasızca yargıladığımı sanma. Yirmi yılı aşkın -mola vermemiş olsaydım 26 yıl diyecektim- meslek hayatım şahittir söylediklerimin doğruluğuna. Bunları unut.
Liseli olsaydın ihtimaldir ki safiyane bir ‘liseli aşk’ın da olacaktı. Kitaplarının arasında kurutulmuş güller, sayfa kenarlarına yazılmış mısralar, defterinde kimsenin anlamayacağı özel işaretler. Hepsi sana özel ve hepsi çok güzel…
Ne ki anlattıklarımın çoğu bir varsayımdan ibaret. Bir gerçek varsa ortada, o da bu hatıra mektuptur. Son dönemlerde hatıra defterlerine yazılması kısmet olmayan pek çok mektup gibi bu da sayısal (dijital) ortamlarda kendine yer bulacak, sana da bu vesile ile ulaştırılmış olacak.
Bir şeyi unutmadan. Kutlama vb programlarda ve derslerin dışında şiir okumayı pek sevmesem ve beceremiyor olsam da benden hiç şiir dinlememiş olmanın hatrına belki birkaç mısra okurum bir gün sana da. (Şimdiden bir sıkıntı çöktü içime.)
İkinci bir şeyi unutmadan. Bu yazının hangi şartlar içinde kaleme alındığını bilseydin… Boş ver bilme!1 Yazı hep var, iyi ki var. Sözcükleri götüremezler, götüremeyecekler.
Sen anı yaşa, yazının keyfini çıkar. Ve İbrahim Sadri’ye kulak ver:
“Sen benim on yedi yaşımsın
Deli çağımsın
Sen benim ayakkabılarımın arkasına ilk basışım
İlk cigaram, ilk ıslığım, ilk kızgınlığım, ilk aldanışımsın.
Sen benim ilk ütülü beyaz gömleğim
İlk şiirim, ilk kavgam
Yaşamı ilk fark edişimsin
Sen benim on yedi yaşımsın.”
- Bu hatıra mektup ülkemi terk etmek üzereyken birkaç ay mola verdiğim bir mekanda yazılmıştır. Bizi ağaç kökü yemeğe mahkum edeceğini sanan zavallı güruh, bugün ağaç kökü yememek için çareler arıyor. En kibar ve en yalın şekliyle söylüyorum: Allah dürsün defterlerini! (Dipnot: 1 Mayıs 2024) ↩︎
Bir yanıt yazın