12 Fenlerin yıllığı için kaleme alınmış bu yazıyı
artık tüm mezunlara ithaf ediyorum.
Sevgili 12. sınıflara, yani son mezunlara,
Başarı dileyerek başlayan, nasihat ederek biten hatıraların -ve dahi idareci sıfatıyla yazılmış yazıların- soğuk bir yüzü vardır hep. Hatta yıllıklarda yer alan bu tarz yazıların neredeyse hiç okunmadığını bilen biri olarak kalemle kâğıdı buluşturmak kolay olmadı. Kelimelerin küsmesi başka küsmelere benzemiyordu çünkü.
Yoğun bir telaş var havada. Derin bir yolculuk kokusu. Acısı genzi yakan.
Bütün gidişler acıtır mı? Evet! Giden midir acıya sebep, engel olunamayan gidiş mi, bilinmez. Hem biliyor olmak da bir şeyi değiştirmez zaten.
Bir sanatın arkasına saklanıp cevabı kendinden sorular soruyorum. Çünkü yüreğim(iz) acıyor. Aşkın, sevdanın zaman ve mekânla sınırlı olmadığını bilen bu yürek acının da zaman ve mekân üstü olduğunu herkesten iyi biliyor. Yaşayıp öğreneceksiniz.
“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…” diye başlayan şarkılar diline dolanıyorsa artık, sen çoktan buraya aidiyetini kabul etmiş sayılırsın. Evet, sen buraya aitsin. Zeybekler ailesinin en güzel kızı / en yakışıklı oğlu sensin. Ama şimdi ‘gideceğim’, diyorsun. Ve biz kızını gelin eden bir babanın kaleme gelmez hüznü içinde hayata uğurluyoruz seni, telli duvaklı.
Sırası gelen gidiyor, yükleyip omzuna yılların yükünü. Belki bavulunda birkaç gizli anı… Belki kitaplarının arasında birkaç kurutulmuş gül. Hani o, sevgiliye okumak istediğiniz şiirin bulunduğu, köşesi kıvrılmış sayfada kurutulan gül. Hepsini yükleyip sırtımıza gidiyoruz, gitmek istemeyen ayaklarımızla.
“Zeybekler” terk edilmiş bir sevgili olarak kalacak hep. Ve sen bir sevgiliyi terk etmenin bedelini o sevgiliyi hiç unutamayarak ödeyeceksin. Haydi, kalk artık çok geç olmadan. “Bir film sahnesi gibi akar gider ayrılık.”
Git! Git ki, gözleri yolda seni bekleyenlerin ümidi, rüzgâr değmiş dal gibi kırılmasın, hazan vurmuş gül gibi solmasın. Git ki, gidişin bir yerlerde bahar olsun. Her gün biraz daha bahtı kararan şu dünyanın, gülmeyi unutmuş bahtı kara yüreklerinde bir çiğ damlası ol. Sabaha uyandığında âlem, hissetmeyen kalmasın içindeki nemi. Ve bilsinler ki, kendi topraklarına da çiğ düşüyor artık. Ama bilmesinler yüreklerine yağan şebnemler hangi geceden kalmadır, kimin gözyaşıdır.
Kelimeleri yormayalım daha fazla. Bırakalım son söz şairin olsun. Çünkü şiirin başladığı yer, sözün bittiği yerdir:
“Muttasıl çaresizliklerin billur tanesidir
Gamzeli yanaklardan mezar anıtlarına süzülen
Senli benli gözyaşlarımız…”1