Görüyorum.
Işıl ışıl gözleriniz var. İçinden bayram sabahlarının serinliği geçmiş. Gönle bahar muştuları getiren gözleriniz. Bıraktığımız yerde bıraktığımızdan daha mutlu insanlar bulmak ne güzel.
Bir yanda Yusuflar, Mısır’a aziz olan ama hep köle kalan, Züleyha’ya. Bir yanda Züleyhalar, ne kadar zindandaysa Yusuflar, o kadar zindanda kalan…
Yani sen. Yusuf; güzelliği, güzellerin parmaklarını kan içinde bırakan.
Yani sen. Züleyha; kırmızı gülleri saçlarına Züleyha’dan daha güzel takan.
Biliyorum.
Yüzünüzdeki tebessümler yağmur sonrasının güneşi. Pırıl pırıl. Gülücükleriniz hiç kimsenin bilmediği renklerden; bir gökkuşağı. Uzansam tutacağım. Altından geçmek istiyorum. Yürüyorum. Yaklaştıkça büyüyor tebessümleriniz. Kayboluyorum. Ben gökkuşağı renginde. Ben tebessüm.
Anlıyorum.
Dilinizdeki kelimeler anlatmak isteyip de anlatamadıklarınızın yangınından kalma. Mutlu ederek mutlu olmak vardı. Yaralara merhem olarak yaşamak. Kedersiz. Söylenecekler birkaç kelimeydi oysa. “Teşekkür ederim”, “ricam olur”, “lütfen”… Önce kelimelere yabancılaştık. Sonra birbirimize. Ve bu kadar bîgâne iken “Seni/sizi seviyorum” demek. Zordu.
Doğrudur; insanları çok sevdiğimizi söyleriz. Sadece kendimize. Sanki sevgi, saklanacak bir eşya idi. Kimselere gösterilmeyecek, söylenmeyecek. Kalplerde çürümeye terk ettik onu. Miadı doldu dolacak. En fazla, bugün söylemek. Yarın ya sevgi olmayacak, ya biz. Ya da söylemek istediklerimiz.
Duyuyorum.
Kalbinizden geçen sessiz çığlıkları. Suçlu değilsek de hiçbirimiz, her birimizi suçlu kılacak kadar güzeldi kalbiniz. Temiz. Sıcacık. Pır pır.
Sessiz çığlıkların içinde kalan kalbiniz. Kararmış kalpler, gündüzü severse de inadına; sizin ak pak yüreğiniz, hep gecelerde yıkansın. Siz bile duymazsınız ya bazen sizi. ‘Her Şeyi Duyan’a açtığınızda ellerinizi. Dileklerinizi bütün insanlık için gönderin. Duaları reddedilmeyecek iyi insanların ürkek kalp atışları değil mi bunlar? Koy elini kalbine.
Hissediyorum.
Yüreğinizdeki umudun söndü sönecek yaşadığını. Mum alevince. Umutsuz olmuyor işte, yaşanmıyor. Altı üstüne gelmiyorsa yerin, sebebi umut. Kendisi gelmese de kokusu gelir Tâif’ten. Ümitsizlik yok öyleyse. Kesilen bir dal için bin sürgün vermeliyiz.
Çiziyorum.
Hep ağlamaksa da kaderiniz, ben ağlayan gözlerinizin altına gülümseyen iki yanak çiziyorum. Gamze gamze. Gözyaşlarıyla yıkanmış.
Yumuşacık. Parlak en fazla.
En güzel hayalleri çiziyorum gökyüzüne. Kalemim umutlarım kadar büyük. Siz olamasam da sizin kadar. Kapatınca gözlerimi sizin yerinize, öğretmen masasının önündeki sırada buluyorum kendimi. Sonra şairin dizeleri takılıyor dilime: “Ön sıradaki / Kısa boylu çocuk! / Belki bir gün / Derslerdeki en hararetli tartışmalarda / Onun da söyleyecek birkaç sözü olacak / Oturup çalışacak / Teşekkür hatta takdir alacak / Sınıf başkanı olacak / Ve yoklama yaparken / Sıra o kızın ismine geldiğinde / O ismi herkesten güzel okuyacak / Okurken gözlerine bakacak.”1
Seviyorum.
Önce hepinizi. Sonra her birinizi. Sevgiyi bilip sevdayı tanımadığım zamanlardan. Çalanı çalınana köle olarak geri veren İbrani yasalarını da duymadan, bilmeden önce. Kaderin Züleyha’yı köle etmek için, önce Yusuf’u pazarlara düşürdüğünü tahmin etmemişken kimse. Sevmenin, en fazla, neyi sevmek olduğunu bildiğim günden beridir.
Sevginin yanılgısı yok.
Önce hepinizi. Sonra her birinizi. Görüyorum, biliyorum, anlıyorum, duyuyorum, hissediyorum, seviyorum.
Ne mutlu kalbine siz düşene, ve ne mutlu sizin kalbinize düşene.
Dedim ya!
Anlatamıyorum.2
- Uğur Arslan ↩︎
- Daha güzel bir anlatım için bakınız: Yusuf ile Züleyha, Nazan Bekiroğlu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2000 ↩︎
Kendime dipnot:
Bu yazı internette ilk olarak “Sevginin Yanılgısı Yok” başlığı ile dibace.netteyim.net bloğunda yayınlandı. Servis sağlayıcı hizmetine son verince blog da kendiliğinden kapandı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra yazı (26 Aralık 2010’dan itibaren) farklı bloglarda -tabi benim bloglarımda- yine aynı başlık ile yer aldı.
Merak eden olursa yazının web arşivindeki 19 Haziran 2002 tarihli görüntüsü burada.
Bu notu kendi sanal arşivimi oluşturmak için ekledim. Yazının tarihi 2021 yılının hemen başında ilk yayımlandığı tarihe çekilmiştir.
Bu yazının ilk yayım tarihi biraz daha geçmişe gider aslında. Yazı ilk olarak bir okul dergisinin (Cemre) “Ekim-Kasım 2001” tarihli ilk sayısında yayımlanmıştır. Kale İmam Hatip Lisesinde çalıştığım yıllarda bin bir emekle çıkardığımız dergimiz daha ilk sayısında toplatılmış ve akim kalmıştır. Neden? İmam Hatip Liselerinin önünün tamamen kapatıldığı bir dönemde küçük bir ilçede adımızdan fazlasıyla söz ettirmiştik çünkü. Birilerinin gözüne batmış olmalıyız. Takdir beklemiyorduk kimseden ama yaptığımız iş takdiri hak ediyordu. Gördüğümüz muamele ise tam tersiydi. Biz işimizi iyi yapmanın peşindeydik. Oysa bizi yönetenler, yaptığımız işle çalıştığımız okulu birbirine karıştırmışlar ve bizi cezalandırmışlardı akıllarınca. Şahitlerim biliyor ki bu okulun öncesinde ve sonrasında çalıştığım diğer okullarda da işimizi en iyi şekilde yapmanın derdindeydik hep. Bir hoş seda bırakabildikse ne mutlu.
Tatlı bir hatıra olarak kaldı geride. Zaman her şeyi eskitiyor.