Sevgili Ayşe Nur,
Yine bir veda yazısı… Siz istediniz, ben yazdım. Her ne kadar duygularımızı paylaşmışsak da metinlerde, ne yazacağına karar verememenin tereddüt dolu satırlarıydı bunlar. Biraz da, yıllıklarda –ve de hatıra defterlerinde– hep aynı kelimelerle yer alan öğrenci duyguları arasında farklı bir ses olur mu, düşüncesiyle kalem ve kâğıdın dostluğuna müracaattı. Hatta düzgün bir cümleyle olsun başarı dileyemeyen öğretmen yazılarına isyandı. Hem de nasıl isyan…
Güz sarısı eylüllerde tanımıştım seni. Hani şu ayrılıkların ayı eylül… İki binli yıllardı. Dört fazlasını unutmadan… “Hazırlık-B sizin sınıfınız hocam.” denmişti. İki yıl sürecek bir birlikteliğin ilk adımını o gün atmıştık. Bugün hatırda kalan birkaç isim, birkaç anıdan başka ne ki “Hazırlık-B, 9-B” kavramları?
Ve şimdi uzak diyarlarda (yakın da denilebilirdi aslında), farklı mekânlarda, yaklaşan mezuniyetin buruk sevincine hazırlanıyorsun. Buruk diyorum, çünkü ‘sen’ce yaşanmışlığı yok bu duygunun. İlk kez tadılacak, ikincisi istesen de olmayacak zaten. Ne ilköğretimin çocukça ayrılışlarına benzer bu, ne de üniversitenin suni dostluklarından kalan vedalarına. Tadılmalı diyorum.
* * *
Hayatın farklı sahnelerindeki tanışıklığımız, benden pek çok nasihat dinlemene sebep oldu. Şimdi tüm bu nasihatleri yeniden sıralamak anlamsız. Her ne kadar hayatın bazı karelerinde bir suflöre ihtiyaç duymuşsa da Ayşe Nur, rolünü başarıyla oynamış bir oyuncunun sürurunu yaşayabilir doya doya. Herkesçe biliniyor ki, provasız bir oyun hayat dediğimiz şey. Bazen bir trajedi oynarmışçasına saklıyoruz acıklı ve çirkin sahneleri. Belki dilimizde birkaç küçük sitem… Bazen de bir komedi coşkusuyla seriveriyoruz bütün gülünçlükleri. Bizi izleyenlerin kahkahalarına aldırış etmeden… Ve ne çok oyuncu yüzümüz var, makyajların eskittiği, herkesçe bilinirliğinden dolayı saklamaya ihtiyaç duymadığımız.
* * *
Bitiyor değil mi? Şimdi sen bir dönem alışmakta zorluk çektiğin okulundan ayrılacak olmanın kederiyle –belki sevinciyle– günleri nasıl da tüketiyorsun! Varsa yoksa “Okulum, arkadaşlarım!” diyorsun. Belki ‘ZAL’lı yılları çoktan unuttun. Hiç yaşanmamış gibi. Sahi ne vardı ki ‘Zeybekler’de unutulmayacak, üstünden yıllar geçse bile hatırlanacak? Bağlar yolunun altında, metruk un fabrikasının gölgesinde kalan sarı bina hangi özelliğine binaen zihinde yer tutmalı bunu ben de bilemiyorum.
Bir okul yıllığının –bugün için– hiçbir şey ifade etmeyecek sayfalarında yer alacak bir yazıda ne söylenirse söylensin yazık olacak kelimelere. Bu bizce biliniyor.
Velhasıl, sen gittin. Bile isteye saymadık sensizliğin hüznüyle geçen günleri. Sanki saysak, çaresiz gidişlerin fırtınası dinecek miydi, ayrılıklar beşiği yorgun yüreğimizde? Bir yıldız kaymışçasına sağa sola kaçırdığımız nemli gözlerimizde donup kalmıştı hicran. Ama gittin!..