Sevgili Meryem,
Lise bitti. Mezuniyet geceleri geldi geçti. Dört yıl boyunca verilen emeklerin karşılığı alındı alınamadı derken, sınavlar geride kaldı. Şimdi bir üniversite ile birlikte anılır oldu adın. Kader hangi şehirle yan yana koydu adını kim bilir. Bir ihtimaldir bu. Başka ihtimaller de var elbette. Belki ertelenmiştir her şey bir yıllığına. Güzel yarınlar için bir yıl daha emek verilecek, hayaller rafa kaldırılacaktır. İhtimaldir. Belki hayat daha hızlı akacak, okul defteri kapatılacak, bir elmanın yarısı olunacak, bir yuva kurulacak en mutlusundan. İhtimaldir.
Hep mi böyledir? Hep böyledir. Bir adım ötesi bile vardır. Sen pek çok ihtimali hesap edersin de kader, aklına hiç gelmeyen bir ihtimali çıkarır karşına. Oysa senin bunu, ihtimallerinin arasına almamış olman senin ihtimalin olmaktan çıkarmaz. İhtimal hesaplarını matematikçilere bırakalım. Yaşanan anın gerçeğine dönelim biz.
Nerede kalmıştı film? Bir edebiyat dersindeydik. Sanatın toplum için olup olmayacağı konusunda kafa patlatıyorduk. Fecr-i Âtîciler gibi “Sanat şahsî ve muhteremdir” diyorduk. Tam o esnada sen parmak kaldırıp “Hayat şahsî ve muhteremdir” demiştin. Gözlerimde donup kalan iki damla yaş. Ha taştı ha taşacak… “Gidiyorum hocam!” demiştin. Ve biz olumsuzluk ekinin en çok bu fiile yakışacağını bildiğimiz halde “gitme” diyememiştik: Git! Öyle ya hayat şahsî ve muhteremdir. Gittin. Gittiğine değdi mi henüz bilmiyorum. Kısmetse bir gün anlatırsın.
Bir gün geldi ben de gittim. Duymuşsundur. Çünkü benim gidişimi bütün ülke duydu. Bütün ülkeye duyurdular. Yine de çok suskun oldu gidişim. Bir şarkıyı doğrulamak istercesine: “Gidişim suskun olmuştu.”1 Burada bitmezdi şarkı. Gün gelecek devamını en gür seda ile söyleyeceğiz: “Dönüşüm muhteşem olacak.”2
İhtimallerin çok uzağında gerçek bir hayat var yaşanan. Hatıralar biriktiriyorum yarınlar için. Çift anlamlı düşünerek kelimeyi. Yaşananlar bir hatıra ise -ki öyledir. Yaşanan her an biz istesek de istemesek de hatıradır- ömür bunları biriktirmenin adı olmalı. Ve ben yıllardır tam bir isim veremediğim bu yazılara, eskiden “hatıra defteri” adı verilen defterlere yazıldığı için hatıra diyorum. Mezuniyetine ortak olamadığım sen ve arkadaşların için bir hapishane koğuşunda bu yazıları yazıyorum. Adına “günce” (çünkü sanalda bu başlık altında yayımlıyorum3), “mektup” (çünkü her biri bir öğrencime yazılmış özel bir mektuptur. Her ne kadar yazılan bu yüzlerce mektuptan hiçbirine cevap alamamış olsam da) veya başka bir şey, ne dersek diyelim, “hatıralar” biriktiriyorum.
İleride bir gün bu hatıra mektupları okuyan biri, bir öğretmenin niye hapisten mektuplar yazdığını merak edecek, belki hakkımızda suizanda bulunacak “Kim bilir hangi yüz kızartıcı suçu işledi de yattı içeride.” diyecek. Başkalarının ne dediğine takılıp kalmayacağız biz. Cevabını bilmediğim -öyle ki devletin de bildiğini sanmıyorum, bilse bilse hükûmet bilir- bir sorunun açıklamasını yapmak ne kadar zordur. Ne söylerseniz, ne yazarsanız eksik kalır. Ve dahi yanlış bilgi içerir.
İçinde bulunduğu durumun örneklerini görünce insanın alıcıları daha açık oluyor. Attila İlhan’ı 17 yaşında bir lise öğrencisi iken hapse atan zihniyet her ne idiyse şu an yaşananlar bundan çok farklı değil. İyi insan olmaya -hatta iyi insan kalmaya- çalışmanın karşılığı bu olmamalıydı. Katlin ne olduğunu bilmem. Yunus’un dizelerini düstur edinip öyle yaşadım yıllarca: “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil” Böyleyken katil ne ola ki? Birinin ırzına göz dikmişliğim yok. Hırsızlık nedir bilmem. (Çaldığım bir kalp var. Onun da cezasını Mısır yasalarına göre kestiler zaten. Çalanı, çalınana köle olarak verdiler. Pişmanlığım yoktur.) Uyuşturucu kullanmadım, ticaretini yapmadım hiç. (Okuduğum binlerce şiiri, hafızamdaki yüzlerce dizeyi saymazsam tabi.)
Söylentilere bakarsan vatanı yıkmaya çalışmışım. Gülme güzel kız! İddia bu. Vatanı yıkmak deyince aklına gelecek en son ismin benim ismimin olması bu acı gerçeği değiştirmiyor. Hocan olduğum yıllarda, derslerimde defalarca duydun bu ağızdan Tevfik Fikret’in dizelerini: “Vatan için ölmek de var / Fakat borcun yaşamaktır.” Yaşatmayı ilke edinmiş birine suçlamada bulunmak çok komik. Bunu geçtim ama çok acı. Devlete verdiğim yirmi iki yıllık emeğin karşılığı kesinlikle bu değildi. Allah biliyor içimizi. Bir gün dönülür hatadan, şüphemiz yok. Tarih boyunca hep böyle olmuş. Ama kırılan hiçbir şey eskisi gibi olmuyor işte. Olmayacak.
Önyargılarını yıkıyor insan zamanla. İktidarların zindana attığı, sürgüne gönderdiği insanları anlamak kolaylaşıyor burada. Gerekçe pek çoğunda vatana ihanet. Daha yumuşak söyleyelim. Düşünce suçu. Aklıma geliveren birkaç ismi sayayım: Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Yaşar Kemal, Ahmet Arif… Bugün her biri Türk edebiyatının zirve isimleri. Kitapları hâlâ “en çok satan” listelerinde yer alıyor. Hani vatan haini idi bunlar? Yazarlar mı değişti yoksa biz başka bir vatan mı edindik? İkisi de değil.
Burada ihtimal yok artık. Gerçeğin ta kendisi var. Kader var. Yatmamız gerekiyormuş, yatıyoruz. Kimseyle görülecek hesabımız yok. Dünyada elde edemediğimiz adalet nasıl olsa “mahkeme-i kübra”da sağlanır. İyi ki ahiret var.
Ben sana bunları anlatmayacaktım ki, söz ne ara buraya evrildi bilmiyorum. İhtimallerden bahsediyordum en son. Hep senin hayatına dair ihtimalleri sayacak değilim ya, bir de kendim için ihtimal hesabı yapayım.
İhtimaldir ki bir gün yine edebiyat hocası olacağım. Kimi anlatacağımı sorarsan, yolu mahpushaneye düşmüş ne kadar şair yazar varsa onları anlatacağım gençlere.
Korkmaya gerek yok, vatan bölünmez.
Binlerce ihtimal olabilir ama içinde bu yok.
2016-2017 eğitim öğretim yılının sona ermesinden bir süre sonra. 22 Ağustos 2017.
Of!
İçimi dağladı bu mektup. Satırları okuduktan sonra unutulacak bir şey gibi de değil maalesef. Gerçek olduklarını, ülkemin herhangi bir yerinde hem yıllar önce, hem şimdilerde yaşandıklarını biliyorum çünkü.
Halâ gündemde suçsuz ve haksız yatan insanlar. Günün birinde tüm bunların “pardon, hata yapmışız” la değişmesi bile insanın kalbini soğutmaya yetmez.
Ne söylense şifa olur bilmiyorum..
Unutmuyorum zaten Momentos. 12 Eylül döneminde yaşanan zulümleri anlatan bir şiirde geçiyordu dize, ben de hep dilimde gezdiriyorum: “Kin doku, nefret büyüt sevgiler yerine anne.”
Bu konuda söyleyecek o kadar çok cümlem var ki! Ama söyledikçe içim kanıyor. Üstünü örterek iyi olmaya çalışıyorum.
“Ne söylense şifa olur bilmiyorum.” cümlesinin kendisi şifa aslında. İnsanların öcü görmüş gibi kaçtıkları bir ortamda bunu söyleyebilmek bile cesaret istiyor. Şunu biliyorum ki bu sayfayı okuyup yorum yapmaya korkanlar var bu âlemde. Komik bir ülkeyiz vesselam.
Hassasiyetinize teşekkür ederim. 😊
Bu satırları ve benzer satırları okudum ve okuyorum ben de.Üzgünüm demek hiçbir acıyı hafifletmez fakat ben yine de üzgünüm diyeceğim…Başka ne diyeceğimi bilemiyorum çünkü..
Arada biri geliyor, deli cesareti gösterip bir yorum yazıyor bu yazıların altına. Baştan sona okumak düşüyor bana da bütün yazıları. Öfkem ve kinim hiç geçmesin diye.
Necip Fazıl Dua şiirinin ikinci dörtlüğünde der ki:
Ağlayın, su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi!
Bizim ağlayanımız ve dua edenimiz yok Gülten Hanım. Gemimiz çoktan karaya vurmuş.
Söylemeyi unuttum, ne kadar ümitvar satırlar yazmışım o günlerde. Aradan geçen beş yılın sonunda anladım ki bir mahpus iyimserliği imiş hepsi. Ah, o umut yok mu!