Akşam yeni olmuştu.
Bulutların öfkesi geçmiş, yağmur sonrasının aydınlık caddelerinde gün sonu telaşı yeniden başlamıştı.
Caminin önünden geçerken ezan başladı.
Çirkin ses olur da bu kadar çirkini olmaz be diye söylenerek camiye girdi.
Bir direk arkasına oturup ezanın bitmesini bekledi. Ezandaki çirkin ses kamete başlamıştı. Gizlendiği yerden çıkarcasına yerinden kalktı. Saf tutmak için ilerledi. Küçücük camide bir saf bile olmamıştı cemaat. On kişi var mıydı? Farzı bitirince saysa mıydı acaba? Namazda bunu düşünecek değildi.
Tekbir için ellerini kaldırdı. Bir an “abdestim var mıydı” diye geçirdi içinden. Şeytan rahat bırak beni dedi. Hep senin bu vesveselerin değil mi hayatı çekilmez kılan?
Tekbir alır almaz yanına biri gelmişti. Soluk soluğaydı. Nefesi sarımsak kokuyordu. Soluk soluğa gelişinden belliydi, sofradan kalkıp geldiği. Yemeğin şükrüne varmadan sarımsaklı ağzıyla namazdan daha fazla sevap alacağım diye koşup gelmiş olmalıydı cemaate. Namaz eziyete dönmüştü bir anda. Namazın içinde Müslümanlık bu değil diye söylendi. Huzurda olduğunu düşünüp adamı unutmaya çalışıyordu. Sarımsak kokusu bir yandan zihnine hücum ediyor, bir yandan nefes borusuna saldırıyordu.
Ezan okuyan ve müezzinlik yapan yaşlı amcanın sesinden sonra imamın sesi ruhuna iyi gelmişti. İmamın Fatiha’dan sonra okuduğu sureyi -anlamını bilmese de- bir musiki gibi dinledi. Allah’ın huzurundayım, bana bir şeyler söylüyor ama ne dediğini anlamıyorum diye namazda kendine kızdı. Sarımsaklı adamı unutmuştu.
İmamın “Allahu ekber” sesiyle rükûya gitmemiş olsa daha neler düşünecekti kim bilir. Allahu ekber…
Namazı tamamlayıncaya kadar safın sonuna birkaç kişinin daha geldiğini hissetti.
Farzdan sonra sünneti kılmak için caminin en arkasına doğru ilerledi. Camiye girdiğinde arkasında oturduğu sütunun arkasında takım elbiseli, kravatlı biri namaz kılıyordu. Farza yetişememiş biri sanırım, bir dairede memur olmalı diye düşündü. Orası benim yerimdi niye aldın der gibi baktı adama.
Sol köşede en arkaya geçti. Duvarın dibinde sünneti kıldı. Tesbihat yaptı. Dua için ellerini açtı.
Birkaç dakika içinden geçenleri kelimeye dökemeden öylece kaldı. Nasıl dua edeceğini bilememişti.
O daha duasına başlamadan imam güzel sesiyle Haşr suresinin son ayetlerini okumaya başlamıştı bile. Okunan Kur’an’ı dinlemesi gerektiğini biliyordu. Dua için açtığı ellerini bir kelime de olsa dua etmeden indirmek istememişti.
Allah’ım dedi. Bir damla yaş düştü avucuna. Allah’ım… Söylediklerimi de biliyorsun, söyleyeceklerimi de. İçimde gizlediklerim de sana meçhul değil. Senin bildiklerini senden istemeye geldim. Kapına gelip de boş dönen yoktur. Bilirim ki kapın ümitsizlik kapısı değil.
Çöz dilimdeki düğümleri. Kalbime inşirah ver.
Kalplere aşkı koyan sensin, kalpleri evirip çeviren sen.
Olmazları olduran sensin, aşklara karşılık bulduran sen.
Dua etmek için gelmedim huzuruna. Huzurunda bulunmak, bulunabilmek duaydı zaten. Şu an buradaysam duamı kabul etmişliğinden.
Hayırlısını dilerim senden. Hayırlısını kolaylıkla dilerim. Zorları çıkarıp karşıma imtihanımı zorlaştırma. Rahmetine muhtacım.
Aşk seni sevmenin adıdır. Bilirim. Ama kullarına beni sevdiren sensin, bana kullarını sevdiren de. İçimdeki yangını tutuşturan sensin, harlayan sen. Yağmurunu gönder bana. Rahmetinle gönder ki afetim olmasın.
Sesimi duyur. Doğru dağlardan yankısını gönder. Yanlış dağlara çarptırıp çığ düşürme kalbime.
Bilirim ki kabulünü murat ettiğin dualara izin verirsin. Ve yine bilirim ki sen kulunun zannı üzeresin. Kapındayım, kovsan gitmem. Kovma!
Bir çift ela gözün belasına düştüm. “Bela” dediğimiz günden kalma, belaya aşinalığımız. Bir olumlama değil miydi bela? “Bela” diyerek evet demiştik Allah’ım. Bela. Evet, bela… Bu nasıl bir bela? Sana duyacağımız aşkı, kullarına duymanın belası mı? Öyle de olsa belamızı belasız eyle!
Tutunmak ne güzel Allah’ım. Bir ele, bir yüze, bir göze tutunmak… Bir kalbe… Tutunduklarımızı kurtuluşumuz eyle. Kırma dallarımızı. Filizlendir, yeşert, çiçeklendir. Tutunduğumuz kalpleri baharımız kıl. İlkbaharımız eyle!
Sana zorluk yoktur. İbrahim’in ateşini yanmaz eden sensin. Musa’ya denizlerde yol açan sen. Yunus’a balığın karnında hayat bahşeden de sensin; kuyulardan, zindanlardan çıkarıp Yusuf’u, Mısır’a sultan eden de sen.
Müşkülleri mümkün kılan sensin. İnşirah ver kalbime!
Duasını bitirip yanan avuçlarını yüzüne sürdüğünde camide kendisinden başka kimse kalmadığını fark etti. Kalktı, ağır adımlarla kapıya yöneldi. Başında takkesi, elinde tespihiyle, evine sığamamış erkenci bir ihtiyar yatsı için camiye giriyordu.
Geçen zamanı ancak o an fark etti. Şadırvanda yüzünü yıkadı. Ferahladı. Yüzündeki yangın söndü.
Sokaktaki telaş yerini dinginliğe bırakmış, şehir yavaş yavaş gecenin koynuna dalıyordu.
Sokak lambaları dinmiş yağmurun ışıltısını belirgin hâle getirmişti. Elini uzatsa tutacaktı. Uzatmadı.
Kaldırımın kenarındaki bir ağacın gövdesine hafifçe vurdu. Yapraklara tutunan damlalar yağdı üstüne. Kendisinin bile zor fark ettiği bir gülümseme belirdi yüzünde. Hafifçe ellerini kaldırdı. Damlaları siler gibi yüzüne götürdü ellerini.
Dudaklarından bir cümle döküldü. Allah’ım dedi. Sonrasını kimse duymadı. Kendisi de…