Anlatılan olaylar -Lübnan İç Savaşı- ilgimi çektiği için almıştım bu eseri. Beklediğim tadı vermedi. Amin Maalouf’tan unutulmayacak bir “eve dönüş” romanı diyerek tanıtımı yapılan eser, gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini…
Açıkçası Amin Maalouf beni bu eserinde biraz üzdü. Hikâye de ahım şahım değildi bence. Demek ki birinin iyi yazar olması her zaman iyi şeyler yazacağı anlamına gelmiyor. Eh işte denilebilecek bir eser. Bu sıradanlık sanırım yazarların hiç aralıksız eser üretme kaygısının bir sonucu. Belki de yayınevi ile anlaşması vardır ve her yıl bir roman yazmak zorundadır. Genelde böyle yürüyor ya bu işler.
Olumsuz cümlelerime çok takılmayın siz. Güzel cümleler var kitapta. Bir kısmını buraya aldım. Daha çok satırın altını çizmiştim ama kitabı buraya aktarmanın anlamı yoktu. Epey eledim, vazgeçemediklerimi size sundum.
Altı çizilmiş satırlar:
- Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.
- İnsan batışı geciktirmeye çabaladıkça, onu hızlandırma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Bununla birlikte, bu yolculuğa çıktığıma pişman değilim. Gerçi her akşam anavatanımdan niçin uzaklaştığımı bir kez daha keşfettiğim doğru; ama her sabah ondan niçin asla kopamadığımı da keşfediyorum.
- Yılları numaralandırmanın bir insan icadı olduğunu biliyorum.
- Bazı insanlar ancak yazarken düşünür.
- İflah olmaz derecede yabancı. Hem doğduğum toprakta hem de daha sonra sürgünde.
- Ölümün de kendine has bir bilgeliği var, bazen kendinden çok ona güvenmek gerek.
- Kendi ülkemde, kendi insanlarımın arasında, doğduğum şehirde kimliğimi gizleyerek yaşamak.
- Kim bilir kaç kez mükemmel nedenlere dayanan feci kararlar almışımdır! Veya tam aksine, sağduyuyu hiçe sayan gerekçeler en güzel kararların yolunu açmıştır!
- Bu ülkeyi terk ettimse, tek nedeni bu elleri sıkmak zorunda kalmamaktı!
- Ben hiçbir yere gitmedim, ülke gitti.
- Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum.
- İnsan geçmişin yok olması karşısında kolay avunur; asıl kaldırılamayan geleceğin yok olmasıdır.
- “Ülken senin için ne yapabilir diye sorma, sen ülken için ne yapabilirsin, onu düşün.” Milyardersen, üstelik 40 yaşında ABD başkanı seçilmişsen bunu söylemek kolay! Ama ülkende ne çalışabiliyor, ne tedavi olabiliyor, ne barınabiliyor, ne eğitim alabiliyor, ne özgürce oy kullanabiliyor, ne görüşlerini ifade edebiliyor, ne de sokaklarda dilediğin gibi dolaşabiliyorsan, John F. Kennedy’nin bu meşhur sözü kaç para eder ki? Beş para etmez!
- Telefon insanı tuzağa düşüren, aldatıcı bir haberleşme tarzıdır. Konuşanların arasına sahte bir yakınlık duygusu yerleştirir; dolaysızlığı ve yüzeyselliği teşvik eder ve benim gibi tarihçiler açısından en büyük sorun ise, geride hiçbir iz bırakılmamasıdır.
- Ne yazık ki vatandaşlarımız bu tarz uygulamalara karşı hoşgörülü, insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar hoşgörülü davranıyorlar. Böyle gelmiş böyle gider, diyorlar. Hatta hangi yolları kullanırlarsa kullansınlar, “köşeyi dönenler”in becerisine büyük bir hayranlık duyuyorlar. Roma hakkındaki bir İngiliz atasözünü biraz değiştirerek söyleyecek olursak, yerel şiar herhalde şöyle: “Ormana girince, vahşi hayvanların yaptığını yap!”
- Doğu Akdenizli kadim bir bilge, eğer sana yardım eden birisi paranı istemiyorsa demek ki masraflarını başka bir şekilde çıkarmayı düşünüyor, der.
- Sen ve ben ellerimiz temiz kalsın diye Doğu Akdeniz’den uzaklaşmak zorunda kaldık. Bunda utanacak bir şey yok, ama ahlaki ikilemlerimize tek çözüm yolu olarak sürgünü göstermek akıl dışı olur. Er veya geç yerinde bir çözüm bulmak gerekecek -tabii böyle bir çözüm varsa, ki ben bundan artık pek emin değilim…
- “Sorun, sen burada kalsaydın ne yapardın değil. Sorun, eğer herkes senin gibi çekip gitseydi bu ülke ne olurdu. Hepimizin elleri temiz kalırdı, ama Paris’te, Montreal’de, Stockholm’de veya San Francisco’da olurduk. Kalanlar size bir ülke bırakmak için, bir gün geri dönebilesiniz veya en azından ara sıra ziyaret edebilesiniz diye ellerini kirlettiler.”
- “Çekip gidenler en kurnaz olanlar. Güzel memleketlere gidersin, yaşarsın, çalışırsın, eğlenirsin, dünyayı keşfedersin. Savaştan sonra da geri dönersin. Eski ülken seni bekliyordur. Ne tek bir el ateş etmene ne de tek bir damla kan dökmene gerek olmuştur. Hatta kendinde kirlenmiş elleri sıkmama hakkını bile bulursun.”
- “Evet Murad, hiç savaş çıkmasaydı, elli yaşında olacağımıza hâlâ yirmi yaşında olsaydık, aramızdan hiç kimse ölmeseydi, aramızdan hiç kimse ihanet etmeseydi, aramızdan hiç kimse sürgüne gitmeseydi, ülkemiz hâlâ Doğu’nun incisi olsaydı, dünyanın alay konusuna, saplantısına, öcüsüne ve şamar oğlanına dönüşmeseydik, hayat güzel olurdu.”
- Söylenmiş kelimeler unutulabilir, ama duygusal bellek silinmez.
- Bir kabuk ağırlığı oranında koruyucudur ve etini çıplak bırakmayı göze almadan ondan kurtulamazsın.
- İnsan mazi idealize ettiği için kendi zamanını hep küçümser.
- İnsan bir metin yazarken, satırlar eşit aralıklarla birbirini izler ve okuyucular, onları yazan elin kâğıdın üstünde kâh koşturduğunun, kâh hareketsiz kaldığının farkına varmazlar. Matbu sayfalarda, hatta el yazması sayfalarda da suskunluklar iptal edilmiş, boşluklar törpülenmiştir.
- Burada da suç edebiyatın. Bir yazarın aşktan söz edebilmesi için fırtınalı aşklar yaşaması gerekir diye aptalca bir efsane var ya… Dingin bir mutluluk tutkuları törpüler ve hayal gücünü uyuştururmuş. Bullshit! Mutlu halkların tarihi, mutlu çiftlerin de edebiyatı olmazmış. Tam bir saçmalık!
- “Daha gelişmiş çevrelerde tanışılır; kâğıt üstünde birbirinin değerini ölçme fırsatı vardır. Ama fiiliyatta hemen hemen aynı ölçüde yanılma payı bulunur. Çünkü evlilik belalı bir kurumdur.”
- Ama evliliğin belalı bir kurum olduğuna inanmaya devam ediyorum. Düğünden önce her adam dikkatlidir, naziktir; göz koydukları genç kıza ‘kendi’ karıları oluncaya kadar prenses gibi davranırlar; sonra hızla birer zorbaya dönüşürler, ona hizmetçi gibi davranırlar, tepeden tırnağa değişirler ve toplum da bu konuda onları yüreklendirir. Düğünden öncesi oyun mevsimidir; sonra ciddi ve karanlık ve üzücü şeyler başlar.
- Kadınlar tarafında da manzara daha parlak değildir. Kapılanacak bir yer aradıkları sürece şeker gibidirler. Tatlı, uzlaşmacı, birlikte yaşamaktan zevk alınacak insanlar olurlar, -damat adayı evlenme kararını verinceye kadar, onu rahatlatmak için gereken her şey yapılır. Kadınlar o ana dek gizlemeye çalıştıkları gerçek tabiatlarını ancak düğünden sonra açığa çıkarırlar.
- Bir gün kendisinin de zorbalık yapacağını kesin olarak bildiğin bir mazlumu savunmak ister misin?
- Bir de başkalarının mutluluğunu bir saldırı gibi algılayanlar…
- Eğer senin yerine yorulacak birine para ödeme gücün varsa niye kendin yorulasın ki?
- Yüz yıl sonra bugünlerin tarihini yazanlar, eminim ki petrolün Arapları daha iyi mahvolsunlar diye zenginleştirdiğini söyleyecekler!
- Geçenlerde bir İsrail büyükelçisinin ellili ve altmışlı yıllardaki kariyeri ile ilgili şu tanıklığını okudum: ‘Görevimiz hassastı, çünkü hem Arapları İsrail’in yenilmezliğine hem de Batı’yı İsrail’in ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna ikna etmemiz gerekiyordu.’
- Dünya, Tanrı’nın aldatılabileceğini ve ellerinin temiz kalması için öldürmemekle çalmamanın yeterli olacağını düşünen acınası insanlarla dolu.
- İnsanların bütünleşmeyi reddetme nedenlerinden biri de, içinde yaşadıkları toplumun onları bünyesine katmayı becerememesidir. Adları, dinleri, görünümleri, aksanları yüzünden…
- Flaubert’in dediği gibi, Atilla benim. O, göçmenin ilkörneğidir. Ona, ‘Artık bir Roma yurttaşısın!’ deselerdi, bir togaya sarınır, Latince konuşmaya başlar ve imparatorluğun silahlı kuvveti olurdu. Ama ona: ‘Sen bir barbar ve dinsizden başka bir şey değilsin!’ dediler ve o da ülkeyi yakıp yıkmaktan başka bir şey düşlemez oldu. Avrupa, Roma yurtdışı olmanın hayalini kuran, ama sonunda istilacı barbarlara dönüşecek Attila’larla dolu.
- Alkol bağımlılığının toplumsal bir musibet olduğu konusunda herkes fikir birliği içinde, ama İslam alkolü kınadığı anda içki hemen bireysel özgürlük simgesi konumunu yükseltiliyor.
- Tania’nın artık yitirdiği adamın adını söylemekten korkması gibi, benim de adını yazmaktan ürktüğüm bu sevgili ülkeye dönmemin gerçek nedeni ne?
- Boş ver Semi, neyle karşılaşacağımı biliyorum, çocukluğumun geçtiği yerleri ziyaret etmek bir mazoşizm uygulamasıdır. İnsan hayal kırıklığına uğramaya çalışır ve hiçbir sürpriz yaşamaz, hayal kırıklığına uğrar.
- “Bin dokuz yüz on dörtte” dedi. “Edep on dörtte öldü. Tarihte eleştiriden muaf hiçbir çağ veya hiçbir halk olmadığı bilinen bir şey, edebin türümüzün ana özelliklerinden biri olmadığı da doğru. Bununla birlikte, bana göre bin dokuz yüz on dörtten önce yaşanmış her şey gençlik günahları bahsine girer.
- Kendisine ait bir ülkesi olduğunu ve orada yüksek sesle konuşmaya hakkı bulunduğunu hissederek büyümek, ne ferahlatıcı bir şeydir! Bu evde bu duyguya sahiptim ve sonrasında onu bir daha hiç bulamadım.
- Kitapların büyüsünden sık sık söz edilir. Ama bu büyüğünün çift yönlü olduğu pek söylenmez. Bir okumanın büyüsü, bir de kitaplardan söz etmenin büyüsü vardır.
- Aşktan söz etmek ne kadar soylu bir işse, aşklarını anlatmak da o ölçüde bayağılıktır.
- Herkese kendi duyabileceği kadarını söylüyorum. Duymak istediğini değil duyabileceğini.
- Geldim, gördüm, hayal kırıklığına uğradım.
- “Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza, umutta yanılalım.”
- Sevinç bir kez sevincin düşmanı olunca…
“Yenikler her zaman kendilerini masum kurbanlar olarak göstermek eğilimindedirler. Ama bu gerçeğe tam uymaz, hiç de masum değildirler. Yenildikleri için suçludurlar. Kendi halklarına, kendi medeniyetlerine karşı suçludurlar. Sadece yöneticilerden değil, benden, senden, hepimizden bahsediyorum. Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüzde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur.”
Geçmiş… bıraktığın yerde mi hâlâ?