2016 yılının son günlerinde bir yazı kaleme almıştım “7. Yıla Merhaba” diyerek “Zaman Çabuk Çabuk Geçiyor” başlığını taşıyan. Orada bahsetmiştim biraz blog maceramın geçmişine dair. Geçenlerde bilgisayar arşivini karıştırırken -kendi adıma- çok önemli belgelere ulaştım ve çocuklar gibi sevindim. 🙂
Şimdi benimle birlikte zamanda yolculuk yapmaya ne dersiniz?
Çalıştığım her okulun ayrı bir kıymeti elbette var ama mesleğimin en verimli yıllarını 1998-2003 yıllarında çalıştığım okulda geçirdim desem yeridir. Diğer okullar alınmasın bundan. Teknolojinin henüz yaygınlaşmadığı o yıllarda herkesin elinde bir akıllı telefon yoktu. Bu yüzden hiç kimse kendi dünyasında yaşamıyordu. Hatta pek çok evde bilgisayar bile yoktu. İnternet denen şey 56k modemlerle sağlanıyordu. (Saniyede 6-7 kilobayt falan veri çekiyordu sanırım. Düşünün artık hızı. Öyle hızlı ki düşünürken bile insanın uykusu geliyor!)
O yıllarda okullarda duvar gazeteleri hazırlanırdı. Hâlâ hazırlanıyor değil mi o gazeteler? Bilgisayardan çıktı olarak alınmış birkaç iri boyutlu yazının panolara asılmasından ibaret her şey şimdi. Ve sadece belirli gün ve haftalar için panolarda yer bulabiliyor. Ve hiç okuyanı yok dersek abartmış olmayız.
Doksanlı yılların sonunda bir duvar gazetesi fikrini meslektaşlarla ve öğrencilerle değerlendirmeye aldığımızda nereye varacağımızı açıkçası bilmiyorduk. Fikrimizi bir karara bağlamıştık sonunda. İki haftada bir yayımlanan bir duvar gazetemiz vardı. Tamamı elle yazılmış. Her sayı için orada “Dibâce” başlığı ile yazılar kaleme alıyordum. Gazetenin o haftaki içeriğinden kısaca bahseden.
Bir gün “Bu yazıları neden internette yayımlamıyorum ki?” dedim.
Yıl 2001. Çoğu insan bilgisayar ve İnternet’le tanışmamışken ben bir nevi blogla uğraşmaya başladım. Netteyim.net diye bir servis sağlayıcı vardı. Dibâce adını oraya da taşıdım ve dibace.netteyim.net adlı bir bloğum olmuştu. Çok uzun sürmedi tabi bu sevda. Yaklaşık iki yıl diye hatırlıyorum. Bir süre sonra yazı eklemeyi bıraktım, nedenini şimdi hatırlamıyorum. Belki hizmet sağlayan firma batmıştır. 🙂 Ama yazmayı asla bırakmadım.
Yukarıdaki gibi bir bilgi sayfası yapmışım o günlerde. Bloğumun adının nereden geldiğini açıklamışım. Resimdeki alt menüye bakarsanız sayfada nelerin olduğu hakkında bilgi edinebilirsiniz. Şiirler bölümünde şiirlerim, çalakalem bölümünde denemelerim vardı. Diğer kısımlar alıntı metinlerden oluşacaktı. Bercesete bölümünde bir iki dizelik şiirler, imbik bölümünde vecizeler (özdeyiş), nükteler bölümünde adı üstünde nükteli metinler vardı veya olacaktı.
Daha sonra blogcu ve blogspot uzantılı adreslerim oldu. Bunları da beğenmemiş olmalıyım ki 2010 yılından itibaren edebiyatcininbiri.murtici.net şekliyle devam ettim. 2014 yılına gelince de edebiyatcininbiri.net şeklini aldı blog adım.
Tabi 2001 yılı deyince şimdi çokları buna ihtimal vermekte zorlanıyor. O zamanlar WordPress veya Blogger tarzı hazır sistemler var mıydı bilmiyorum. Pek çok şeyi elle yapıyorduk. Böyle olunca da daha zahmetli bir işti doğal olarak. 2001 yılındaki blog maceramın gerçekliğini merak edenler web.archive.org adresinden inceleyebilirler tabi ki.
Ben Vikipedi’nin yalancısıym: Blog kavramının dünyada 1999 yılında gündeme geldiği, ülkemizde ise 2005 yılından sonra kullanılmaya başlandığı dikkate alınırsa 2001 yılında çok acemice olsa da bu işe girişmiş olmak bir alkışı hak ediyor sanırım.
Sayfamda şu anda deneme kategorisinde yer alan yazıların pek çoğu o yıllardan kalma yazılar. Zaten bu yazıların bir kısmı 2006 yılında Erdal Demirkıran tarafından düzenlenen -ve benim hasbelkader katıldığım- bir yarışmada ülke çapında ikincilik ödülü aldı. 2008 yılında da “Cemre Düşen Yer” adıyla kitaplaştı. Pek çok şeyde olduğu gibi kitabın da üstüne düşemedim ve bir köşede öylece kaldı. Hâlâ pisayada var mı bilmiyorum. Sadece kendimde olanları ara ara imzalayıp veriyorum eşe dosta. (Yazdıklarımı ikinciliğe layık gören jüri üyelerini de buraya eklemiş olayım: İskender Pala, Ayşenur Yazıcı, Mehmet Barlas, Rahim Er.)
Bir bakıma, 2001 yılından 2017 yılına dek süregelen bir blog macerası bu. Daha doğrusu 1998’den bu yana bir yazı macerası. Pişman mıyım? Hayır. Ben yazdığım için hiç pişman olmadım ki! Siz de olmayın. Mutlu muyum? Hem de çok. Siz de mutlu olun öyleyse ama yazarak.
Vayy! Çok güzel bir arşiv bu hocam. Eskiler benim de karşıma çıktıkça mutlu oluyorum. Tebrikler…
Üzerinden üç yıl geçmiş bir yoruma cevap vermek / verebilmek bugüne kısmetmiş. Sebeplerini bir gün anlatırım elbette.
İyi ki arşivler var. İnsan bir anılar toplamı değil mi zaten? Geç kalmış bir teşekkür gönderiyorum size. 🙂
Hocam iyi ki varsınız, iyi ki yazıyorsunuz.İnşallah ikinci ve sonraki kitapları da görürüz.
Serkan hocam sen de iyi ki varsın! Yorumuna cevap verme fırsatım bile olmamış baksana. “Geç olsun, güç olmasın” der eskiler. İkinci ve sonraki kitapları görme temennisi çok güzel. Bu nasıl gerçekleşecek ben de bilmiyorum. Bakarsın bir gün ben de kötü bir Türkçe ile yazmayı öğrenirim. 🙂
Güzel anılardı. Kutlarım sizi. Bayağı eskilere dayanıyor blog tutmanız. İmlası tam, edebi yazılar. Jüride hangi üstat olsa da onaylanırdı sanırım yazdıklarınız. Çok seviyorum yazmayı ama şiir tutkunuyum, okumanın değil yazmanın. Zaman zaman okuyorum bir kaç şair ama etki almak istemiyorum. Rahmetli kız kardeşim Yunus hayranıydı ve artık son zamanlarında onun tarzını andırır yazmaya başlamıştı. Yazınız keyifliydi. O alkış benden siz gelsin şimdi. Sağlıcakla kalın 🙂
Ece Hanım merhaba,
Cevap yazmak için üç yıl beklediniz mi diye sormayın. Yorumunuzun tarihine baktım tekrar. Sizin bu yorumu yazdığınız günün sabahında ben bir yerlerde gözaltına alınmıştım. Sonra bir süre -bir yıl kadar- özgürlüğümden mahrum kaldım. Döndükten sonra blogda bekleyen yorumlara cevap vermiştim ama arada sizinkini atlamışım. Gecikme için kusura bakmayın. Hayatta her şey bizim istediğimiz gibi gitmiyor maalesef. Araya bazen engeller girebiliyor.
Beğeniniz için tekrar teşekkür ederim.
Tebrik ederim. Blogunuz öz bakımından da biçim bakımından da örnek olacak bir blog. Başarılarınızın devamı dileğiyle…
Sabahattin Bey,
Ziyaretiniz ve beğeniniz için teşekkür ederim. Başarı hepimizle olsun…