I
Bir Bıçağın İki Yüzü
Sevgili Tahir,
“Neydi bir arada tutan şey ikimizi, birleştiren neydi ellerimizi?”1 Bir okul çatısı altında, bir resmiyetin içinde ne kadar paylaşılırsa hayat, işte o kadardı bizim de paylaştığımız. Ne ki, güzeldi.
Düşündüğümüzden, beklediğimizden -belki de beklemediğimizden- daha hızlı sona yaklaşıyor farkına yeni yeni vardığımız yolculuk. Hüzne batırılmış bir yanı var elbette bütün ayrılıkların. İnanmıyorsanız bekleyin, görün derim. Son haziran sabahı bir bitişin başlangıcı olacak, ama siz hiç yaşamadınız.
“Her sabah dünya yeniden kurulur, her sabah taze bir başlangıçtır.”2 Öyleyse tüm bu bitişler, yeni sayfaların bir müsveddesi olmalı. Zaten hayat bütünüyle karalama tahtası değil mi? En mükemmeli bulduk dediğimiz anda en sona gelmiş olmuyor muyuz? Ümitsizlik yoksa da hayalhanemizde, sona gelindiğinde mükemmeli bulamamış olmak endişelendirmeli bizi. Toz pembe denilen hayatın pembesi gidip sadece tozu kaldığında elimizde, bir avuç biber olmasın gözlerimize serpilen.3
17 Haziran’a, ya da sınava gelince… (Siz, hiç gelmesin de deseniz!) Öncesi ve sonrası sizin tasavvur ettiğiniz kadar keskin çizgilerle ayrılmıyor (ayrılıyor mu demeliydim?) birbirinden. Bir bıçağın iki yüzü gibi olacak öncesi ve sonrası. Birinin yaptığından diğeri de etkilenen. Bir yüzü dünse bıçağın, diğer yüzü de yarındır. Ve keskin bir “bugün” sürekli bir yerlerimizi kanatır. Biz bütün acımasızlığına rağmen severiz “bilenmiş bugün”ü. Biliriz ki, “kör bugün”ler yoracaktır bizi.
Bir bıçak keskinliğinde ve acımasızlığında yaşanan bu hayat, dilerim saplanıp kalmaz yüreğimizin tam ortasına!
II
Bir An Gelir Film Kopar
Sevgili Mürşide,
Hayat, “Mai ve Siyah”ın mavisi kadar mavidir aslında, bir o kadar da siyah. Ve alıştığımız bir şeydir yaşamak, mavi ve siyah arasında. Çizgileri ve sınırları çok önceden belirlenmiş olan.
Tüm bu alışkanlık ve yeknesaklık içinde birbirinin kopyası öyle günler yaşarız ki, ömür yerinde saymaya başlar. Her şeyiyle kanıksanmış bir hayat ne kötüdür oysa, cıvıl cıvıl bir hayatı tahayyül eden bizler için. Ve öyle bir an gelir, film kopar. Yeniden yayına dönmek zaman alır. Ve siz araya bir manzara koyarsınız. Film kopmuştur ama yayın devam eder. Hayatın yalın tariflerinden biri de budur işte. Koptuğu yerlerde manzara konulan, ama asıl bütünlüğü hiç bozulmayan efsunlu bir canlı yayın.
Belki birazdan yine kopar bu film. Ve böylesi anlar için beklettiğimiz manzarayı koyarız ekrana: Ağlayan bir genç kız. Arka plânda da bir Sezen Aksu şarkısı: “Sen Ağlama”.
Sonra döneriz yayına. Müzik biter, ağlayan kızı alırlar gözlerimizin önünden. Hiç ara vermemişçesine devam eder hayat. Sizin yıllardır hazırlandığınız maraton için verilen üç buçuk saatlik aranın da bundan zerrece farkı olmayacaktır, biline!
Ve okul biter. Mavi sayfalar biter. Bembeyaz sayfalar açılır insanın önünde. Çizgileri ve sınırları çok net olmayan. Ama bu korkutmaz bizi. Yılların bize kazandırdıklarıyla öyle dengeli yürürüz ki bu boş arsada, önceleri yazdığımız bir yazının üzerinden geçermişçesine emindir adımlarımız. Yürüyelim öyleyse. Durursak düşeriz!
Birazdan beyaz sayfalar da bitecek. Yeni bir sahneye geçeceğiz. Pembe sayfalar açılacak önümüzde. Yine çizgileri belli. Belki kader gibi… Bizim müdahalemizse bu arada kalan birkaç beyaz sayfayı doldurmaktan ibaret. Pembenin güzelliği ise beyazdan arta kalan kadar. Kim bilir kader önümüze böylesine kaç beyaz sayfa açmıştı da fark edemedik!
Yaklaşan tren birkaç dakika daha durup hareket edecek bu istasyondan. Ve siz zorla bindirileceksiniz, ayrılmak istemiyor dahi olsanız. En iyisi birkaç damla gözyaşına yüklemektir söylenemeyen her şeyi. Bizim bahtımıza da el sallamak düşecek yine. Hep olduğu gibi, acıtsa da yüreğimizi…
Bir çizik de sizden hatıra kalır!
Az şey midir?
III
İlkyazın Nisanı Kadar Aydınlıktır Eylül
Sevgili Tuba Hatun,
Kısmet bu ya, son sözü söylemek bana düştü. Onlarca sayfa, hiç sevgili uğramamış kalpler gibi bomboş dururken son sayfalara talip olmak akıllıca mıydı dersen, sanırım değildi.
Hayat da böyle bir şeydir aslında. Özene bezene doldurulan ilk sayfalar… Çok çok özel insanlara ayrılmış bölümler… Tarife sığmaz denilen güzelliklerin defterlere sığdırılışı… Ve en güzel sona gelirken (o nasıl bir şeyse!) hiç ummadığınız insanların son noktayı koyma çabası… Ümitsizlik sebebi değilse de bütün bunlar, insan çaresiz bir melâl içinde yaklaşıyor sona.
Güzel yarınların hayalleriyle yatıp kalktığın şu günlerde; tipiye, borana tutulsun istemem ümitlerin. Bil ki, o yarınlar hiç gelmeyecek. Yarın diye uyandığın her sabah çoktan bugün hânesine yazılmış olacak. Öyleyse? Yaşıyoruz ya, yetmez mi? Sağlığımız yerinde ya, bu bir büyük devlet sayılmaz mı? Dev dalgalardan bizi koruyan, sığındığımız bir liman var ya! Madem dün geçti, madem yarın hiç gelmeyecek, bütün ümidimizi bugüne teksif edip öyle bir değerlendirmeliyiz ki anı, kurtuluşunu bize bağlayan bu âlem, bizden dolayı inkisar-ı hayal yaşamasın.
Bir eylül sabahı başlayan bu serüven, sıcak bir haziran akşamında son bulacak. Sırf bu yüzdendir benim eylülü sevişim. Ayrılıkların ayı diye bilinen eylül… Bilselerdi keşke, eylül bir büyük vuslat ayıdır. Hazan mevsiminde de kalsa, ilkyazın nisanı kadar aydınlık bir yüzü vardır onun. Ama bilmezler.
Bahtın eylül gibi aydınlık olsun.
IV
Önce Yüzlere Yabancılaşır İnsan Sonra İsimlere
Sevgili Emine,
Ne garip şu insanoğlu!
Bütün güzel satırları hatıra defterlerine saklıyor. Sanki başka yerde söylemek ve yazmak günahmış gibi. Ve bu defterlerin gerçekçi olmayan, her yanından riya akan cümleleri bunaltıyor beni.
Gözlerinin içine bakıp da bir kez bile “Seni seviyorum.” demediğimiz / diyemediğimiz insanlara sayfalar boyu sevgi sözcükleri sıralıyoruz. Günlük hayatın meşgalesi içinde hiç aklımıza düşmeyecek insanlara, defalarca “Seni hiç unutmayacağım.” yalanını savuruyoruz.
Hızımızı alamayıp çizdiğimiz iki kalbin ortasına iki harf konduruyoruz. Biri yazana, biri okuyana ait. Kalbimizde bütün insanlara yer varsa da, kalbimizin yanına başka kalpleri koyacak kadar yer yok içimizde. Bir kalbin bile cefasını taşıyamamışken bedenlerimiz…
Ve sonra samimi pozlar takınıp çıkıyoruz insanların içine, söylediğimiz yalanlara en çok da kendimiz inanarak.
Hatıra defterlerinin aşikâr ettiği bir gerçeklik varsa o da ayrılıktır. Ve hüzündür; bu ana kadar tadılmayan türden. Ve gözyaşıdır; okulun son gününde okul bahçelerine yağan yağmurlardan bellidir. Ve kopuştur; el sallayanı olmayan yolcuları taşıyan otobüsün perondan ayrılışı kadar sessiz sedasız. Ve bir de susuştur; konuşmaktan çok daha fazlasını anlatan. Hani söylemeyi tasavvur ettiğiniz onlarca kelime bir top yumak olur, saplanır ya boğazınıza… Son bir silkinişle toplarsınız bütün gücünüzü. Üç beş kelime dökülür titreyen dudaklarınızdan -çoğu kez de anlatmak istedikleriniz anlatmayan- ürkek, cansız, size aitliği belli olmayan. Ve susarsınız… Suskunluğunuz bir romanlık konuşmuştur zaten.
Sonrasında kapanır sayfalar. Bir hatıra defterinin soluk satırlarında kalır bütün iyi dilekler. Ya da yalanlar, yalanlar… Her şeyi eskiten zaman, bir defterle beraber dostlukları, arkadaşlıkları, yaşanmışlıkları da alır götürür. Önce yüzlere yabancılaşır insan, sonra isimlere. Öyle ki, resimler bile hatırlatmaz olur isimleri. Sonra kızarsınız kendi kendinize “Ben ne vefasız biriyim, arkadaşlarımın, hocalarımın adını bile hatırlayamadım.” diye. Oysa unuttuğunuz her isim tarafından unutulduğunuzu, unutulmuş olabileceğinizi hiç hesaba katmazsınız.
* * *
Günlük güneşlik cümleler olsun istemiştim defterinde, kısmet değilmiş. Bahtına yağmur cümleleri düştü. Ne var ki, yaşanan hayatla sabittir, yağmur sonralarının aydınlığı bir başka ferahlatır insanı. Hele şu yağmur bir dinsin. Birazdan apaydın olacak gökyüzü. Bir gökkuşağı çıkacak, hiç bilinmeyen renklerden, altından geçersen dileklerinin gerçekleşeceği(ne inanmasan da!).
İsterim ki, sen bir gökkuşağı olasın. Altından geçen insanların, mutluluğu bulduğu… Öyle çok yükseklerde değil. İnsanlar ellerini uzattıklarında değebilecekleri kadar yakında. Herkes nasiplensin diye de bütün dünyayı kaplayacak kadar geniş. Sana dokunanı öyle boyamalısın ki renklerinle, herkes bir gökkuşağı kesilmeli. Sen, ben, o, bütün âlem…
Bir renk cümbüşüdür yaşanan.4
- Murathan Mungan, Olmasa Mektubun ↩︎
- Tercüman gazetesinin logo altı ↩︎
- “Bil ki, bir avuç biber gözlerime serpilen” (Türkan İldeniz, Bekleyiş) ↩︎
- Bu yazı Cemre Düşen Yer adlı eserde “Defterlere Sızan Suskunluk” adıyla yer aldı. Ara başlıklar ve hitap bölümleri sonradan eklenmiştir. Çünkü bu yazı aslında dört hatıra mektuptan oluşmaktadır. Blogdaki yüzlerce mektup kendine ait bir başlık ve hitap taşırken bu mektupların muhataplarına haksızlık oluyor diye düşünmüştüm hep. Nihayet bu sorunu çözdüm. Üstümden bir yük kalktı. :)) ↩︎
Öyle güzel anlatıyorsunuz ki pek çok şeyi ve en önemlisi hayatı… Her bölüm insanlığa yazılmış birer mektup gibi. Her cümle derin, dolu dolu. Kaleminize ve yüreğinize sağlık, efendim 🙂
Teşekkür ederim. 🙂
Her biri insanlığa değilse de bir insana yazılmış yazılar bunlar. Belki bundan almıştır güzelliğini.
İnanır mısınız yazınızı iki defa okudum. Yorum yapmakta , kelimeleri bulmakta ve manayı oluşturmakta zorlandım. Sanki yorum beklemeyen, olduğu gibi okunması gereken bir anlatım vardı.
Yine de vazgeçmeden paragraflar halinde okumaya ve düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.
Birinci bölümde sevginin yitirildiği , en mükemmeli bulduğumuz anda zaten sona gelmiş olunduğunu düşündürdünüz. Zira mükemmellik tatmin için yeterli olmaz. Daha ötesi yoktur, mükemmel ödün vermez kendinden. Bugünler eğer bıçağın keskin yüzü olmuşsa , rutinleşmiş her şey insanoğlunu zorlar, Evlilik olarak düşünürsek bunu ve sadece aynı haneyi paylaşmak, kişilerin zaman içinde alışkanlık denen o pek durağan, sıkıcı hallerin sık sık yaşanması düşüncesinden hareketle, böyle yürümeyeceği muhataba bahsedilmesi zor olsa da söylenmesi, en dürüstçe ve doğru olandır.
Belki anlatmak istenilenden çok uzak yerlerde olabilirim ama hislerimi hiç susturmadım bugüne kadar.
Çizgileri ve sınırları belirlenmiş olan kaderdir diye düşündüm.
Çok uzun soluklu bir yazı. Sanki eşler Eylülde kavuşup, haziranda ayrıldılar. Sanırım bitmesini isteyenlerin etkileri kayda değerdi. Ama sırf onlar istediler diye olmadığını düşünmek istiyorum. Beni ayrılıklar çok üzer.
Son söz, hüküm gibi, aslında mecbur bırakılan söylenmeye, ya da…
El sallamak, ayrılıp başka yerlere gitmek, manevî manada mı diye düşündürdü.
Sonra yaşamın hakkını vermeye çalışmak, sırf kurtuluşunu bize bağlayan bu âlem, bizden dolayı inkisar-ı hayal yaşamasın diye…
Eylül benim ikinci baharımın vuslat ayı. Dilerim haziranın akıbetine uğramaz. Zira başka bir ayrılığa dayanmaz yüreğim.
İnsanoğlu unutamasaydı eğer belki en çok zarara kendisi uğrardı. Sevmek, kahrolmak, hasret ve özlem. İyi ki sevgimi böyle yaşıyorum dedim birden. Ya alışkanlık bizi de bitirseydi? Alıştığı fakat sevmediği hiç bir şey paylaşmadığı bir insanla yaşarken, beni uzaktan sevmek. Hangisi tercih nedenidir ki, insanına göre değişir mi ? İşte ben de böyle bir bulmacanın en çizilip kanayan yerindeyim.
Mutlaka yazdıklarınız ve ben başka tellerden çalmışızdır diye düşünmeme rağmen, bir iki isabetli yorum cümlem olmuştur umuduyla diyorum. Sağlıcakla arkadaşım.
Teşekkür ederim Ece Hanım.
Yazarın anlattığı ile okuyucunun anladığı elbette her zaman aynı olmaz. Bu yazı da onlardan biri oldu sanırım yazıcı ve okuyucu için. Böyle olması kötü mü? Tabi ki hayır. İsteyen istediğini anlamalı ki yazı okuyucuya bir şey verebilmiş olsun.
Yazıyı bu kez de ben, sizin anladığınız şekliyle okumaya çalıştım. Siz de haklısınız düşündüklerinizde. Gerçeği söylemek yine yazara düşüyor tabi. Bu yazı, bu blogda okuduğunuz “mektup” başlığında toplanmış pek çok yazının bir benzeri aslında. Yani dört farklı öğrenci için hatıra defterlerine düşülmüş dört nottan ibaret. Hasbelkader yayımlanmış bir kitabın içinde yer almasından dolayı da “deneme” kategorisine koydum. Birçok okuyucu belki niye bu kadar çok ve farklı kategori olduğunu merak ediyor. Bir ara onları da açıklarım inşallah bir yazıda. Sözün özü dört bölümden oluşan bu yazıda her bölümün başına diğer yazılarda olduğu gibi birer isim eklerseniz anlaşılması daha kolay olur. Burada bulunduğu haliyle okununca sizin yaptığınız gibi farklı okumalara kapı aralaması doğaldır.
İki kez okumanız ve uzunca bir yorumla kıymet vermenizden dolayı tekrar teşekkür ederim. 🙂
Hep merak ettiğim kitabın bölümlerini okumak nasip oldu şimdi. Önce ben de okurken farklı anladim ve yorumları okuyunca çözdüm olayı:) Her ne kadar öğrencilere yazılsa da bütün insanlara yazılmış gibi ,olması gerekli olduğu gibi yanı.. Kaleminize yüreğinize sağlık..
Kitaba ön söz olsun diye kaleme aldığım satırlarda içeriğine dair bir parça bilgi vardır. Çoğu okul panoları için kaleme alınmış yazıların derlemesidir aslında kitap.
Bu yazı onların içinde doğrudan birkaç isim muhatap alınarak yazılmıştır. Hatta geçen gün incelerken fark ettim, bu yazının iki bölümünü muhataplarının adına mektup kategorisine koymuşum.
Ve her yazı açık veya gizli bir muhataba yazılır. Biz onları okurken kendimize yazılmış gibi okuruz. Şiirler de öyle değil midir? Her şiirde kendimizi bulmamız nedendir?