“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.”
Bu sözü ilk kez dedemden duymuştum. O zamanlar ilkokula daha yeni başlamıştım. Ne bunun bir atasözü olduğunu biliyordum, ne de atasözünün ne olduğunu.
Dedemin ağzından bu kelimeler çıktığında çocuk aklımla çeşit çeşit hayaller kurmuştum. Yiğitleri bir meydanda toplayıp “Yoğurt Yeme” yarışması bile yaptırmıştım.
Ancak bugün anlayabiliyorum atalarımızın bununla ne anlatmak istediklerini.
Edebiyat sevgim ne zaman başladı hiç bilmiyorum. Bildiğim tek gerçek, edebiyatı hep sevdim. Ne ben ondan kopabildim, ne o beni bırakıp gitti. Hep yakın olduk birbirimize; iki sevgili gibi.
Bu sevgi ve ilgiden olsa gerek dönem ödevi seçimi ile ilgili form’a ilk olarak edebiyat dersini yazdım. Hatta sınıf öğretmenimize gidip; edebiyattan ödev verirse çok sevineceğimi, söyledim.
Ödev dağılımı yapıldığı gün eteklerim zil çalıyordu. Edebiyattan ödev almıştım.
Teneffüste ilk işim edebiyat öğretmenimiz Hayriye Hanım’ın yanına gitmek oldu. Her zaman olduğu gibi yine sigara odasındaydı.
-Hocam, dedim sadece. O, bizim hep “öğretmenim” dememizi isterdi. Ama biz söylemesi kolay olduğu için “Hocam” demeye devam ederdik.
Yüzüme bile bakmadan:
-Evet Halim, ne var!
-Hocam, dönem ödevimi edebiyattan aldım. Bu sebeple yanınıza gelmiştim.
-Olabilir Halim, ama sınıf öğretmeniniz henüz bana bilgi vermedi. Öğretmeninizden listeyi alınca konunu söylerim. Şimdi gidebilirsin.
Öğretmenimizin bu ilgisizliği bütün hayallerimi yıktı. İçimdeki neşe söndü. Karşımda bir edebiyat öğretmeni vardı. Ve hayal dünyamla hayat çelişiyordu. Edebiyatın, güzel sanatların bir dalı olduğunu sınıfımıza geldiği ilk derste kendisi söylemişti. Sanatla uğraşanlar ince olmalıydı, kibar olmalıydı, insanları sevmeli ve onlara güvenmeliydi. Oysa Hayriye Hanım söylediklerime inanmamış olacak ki, sınıf öğretmenimize sorma gereği duydu. İsteseydi daha nazik davranabilirdi. Bir başka zaman gelmemi söyleyerek beni başından savar, sınıf öğretmenimizden durumu öğrenebilirdi. Ama yapmadı. Neden? Beni yalancı konumuna düşürdü. Ben gerçekten öyle miyim? Yoksa ‘edebiyat öğretmenlerinin iyi birer edebiyatçı oldukları’ fikrinde yanıldım mı?
Aynalara bakıyorum, “Sen yalancı olamazsın” diyorlar. Ben onların yalancısıyım. Bırakın başkalarını aldatmayı, ben kendimi bile hiç aldatmadım. Yalan söylesem, herkesi yalanlarıma inandırsam, kendimi yine inandıramam.
Öğretmenimin hakkımdaki düşünceleri doğruysa, aynalar yalancı olmalı. Bu çok kötü. Bana neler söylemedi ki onlar? Çok yakışıklı olduğum yalandı öyleyse… Saçlarımın çok güzel olduğu da… Hele gözlerimin rengi… Hani kestane rengiydi, bütün kızlar hayrandı onlara…
Ben yalancıysam, aynalar hepten yalancı.
* * *
İki gün sonra edebiyat öğretmenimiz Hayriye Hanım beni yanına çağırdı ve dönem ödevi için hazırlamam gereken konuyu verdi. Bana kızdığı belliydi. Yüz ifadesinden ve verdiği konudan anlamıştım bunu. İtiraz etmeyi göze alamadım. Nihayetinde ben bir öğrenciydim. Bize, “öğretmenlere karşı gelinmez” diye öğretilmişti. Onlar ne derse doğruydu. Onlar yanlış yapmazlardı. Onlar her şeyi bilirlerdi. Okul denen krallığın hükümdarıydı onlardı. Bizlerse köle. Züleyha’nın zindanlarında suçsuzluğun, masumiyetin cezasını çeken Yusuf bile bizden daha hürdü.
Ödev konusuyla birlikte birkaç tane de kaynak eser adı vermişti Hayriye Hanım.
Akşam ders bitiminde okul kütüphanesine gittim. Bütün kitap fişlerini gözden geçirdim ama aradığım eserleri bulamadım. Fazlasıyla canım sıkıldı. En sevdiğim dersten ödev almıştım, lakin şimdi bu ödevi hazırlayamama korkusu vardı içimde.
-Ne oldu oğlum Halim? Bir sıkıntın var galiba? Baksana tırnaklarını yiyorsun!
Bu, kütüphane memurumuz Nusret Amca’nın sesiydi. Nusret Amca, tam bir kitap dostuydu. Ne zaman buraya gelsem, bir ma’bede girdiğimi sanırdım. Nusret Amca da ibadet eden bir derviş gibiydi. Günün her saati kitaplarla konuşurdu. Demek ki kitaplar da onunla konuşuyorlardı. Oysa ben hiç birini duymuyordum. Nusret Amca’ya bunun sebebini sorduğumda, anlamadığım sözlerle karşılık verirdi hep. Büyüyünce, insanları gerçek yüzleriyle görünce söylediklerini anlayacağımdan bahsederdi. Ben de fazla üstelemez, konuyu kapatırdım. Kitapların gerçek dostlar olduğunu ondan öğrenmiştim, içi dışı bir olan dostlar…
Nusret Amca’nın sesini duyunca rahatladığımı hissettim. Yüzüm aydınlandı:
-Nusret Amca, birkaç eser arıyorum. Fakat bulamadım.
Elimdeki kağıda baktı:
-Ne yapacaksın bu eserleri?
-Edebiyat dersinden dönem ödevi aldım. Öğretmenimiz kaynak olarak bunları verdi.
-İyi ama evladım, bu kitaplar okul kütüphanesinde yok ki! Hayriye Hanım bunu biliyor olmalı!
-Yok mu?!
-Hem niye okul kütüphanesinde bulunmayan eserler kaynak olarak verilir anlamıyorum!
-………!?
-Bak Halim! Sen şimdi ilçe kütüphanesine git, orayı araştır. Sanırım orada da yok ya, sen yine de git.
-Madem yok, niye gideyim?
-Git ki, kitaplar seni tanısın. Bir başka zaman gittiğinde yabancı gibi karşılamasınlar seni. Eğer bulamazsan yine bana gel.
* * *
Aklım iyice karıştı. Okul kütüphanesinden ayrılıp doğruca ilçe kütüphanesine gittim. Nusret Amca doğru söylemişti; aradığım eserleri orada da bulamamıştım. Ümidimi yitiriyordum. Ödevi hazırlayamayacağım diye korkmaya başladım.
Zayıf not alma endişesi değildi bu. Üzüntü, sıkıntı, kırılmışlık; hepsi bendeydi. Bu, edebiyata haksızlık olacaktı. Şairler, yazarlar kırılacaktı bana. Şimdiden görür gibiyim bunu. Bütün kahramanlarını salmışlar üzerime. Behlüller, Necipler, Mümtazlar, Ahmet Cemiller, Samimler, Nüzhetler, Ferideler… “Bunu, bize yapamazsın” der gibi bakıyorlar yüzüme.
Hele mısraların söyledikleri yok mu? En çok onlar koyuyor insana. “Ben sana mecburum” diyor biri, bir başkası “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında”. “Gittikçe artıyor yalnızlığımız” diyen şair beni mi anlatıyor acaba? Ya “Bu şehirden gidiyorum” diyen şair? “Bir gün gözlerimin ta içine bak / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış” deyip sarıyorlar dört bir yanımı.
İlçe kütüphanesinden ayrılırken, Nusret Amca’nın söyledikleri geldi aklıma. “Bulamazsan bana gel” demişti. Yapabileceğim fazla bir şey de kalmamıştı.
Nusret Amca’nın niçin beni çağırdığını bilmiyordum. “Gel” demişti, gittim yanına.
Yine bir akşam üstüydü. Akşama daha çok vardı ama pencereden görünen güneş, tepelerin ardında hızla kayboluyordu. Yalancı bir akşam getiriyordu. Nusret Amca’nın yüzünün aydınlığına, kaybolan güneşin ışıkları da eklenmişti. Bir süre sessizce oturup, salkım söğütlerin altında top oynayan öğrencileri seyrettik.
Söze nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Ben cümle kurmaya çabalarken Nusret Amca yetişti imdada:
-Ödev konun neydi Halim?
Edebiyat defterimin arasından konu ve kaynakların yazılı olduğu kâğıdı çıkarıp uzattım. Uzun uzun baktı, dudaklarını büktü. Elindeki kâğıdı masasının üzerine yavaşça koydu. Çayından birkaç yudum daha aldı. Gözlüklerinin üzerinden bana bakıyordu:
-Ne zaman teslim edeceksin bu ödevi?
-Üç ay sonra.
-Ooo… O kadar korkma, daha çok zaman var. Nisana kadar hazırlarız bu ödevi.
Yanlış duymamıştım sanırım. Nusret Amca “Hazırlarız” demişti. Biliyordum bana yardım edeceğini. O, bir kitap dostu değil miydi? Kitapları seven hiçbir kimse görmedim ki, insanlara düşman olsun, yardımsever olmasın!
Mezun olan abilerden duymuştum; evinin bir odasını kütüphane yapmıştı. Okul kütüphanesinden daha zengin bir kitaplığının olduğunu söyleyenler bile vardı.
Masanın gözlerinde bir şeyler arıyor ve yavaş yavaş konuşuyordu:
-Halim! Gel, seninle bir anlaşma yapalım. Ben senin ödevine yardım edeyim, sen de…
-Evet Nusret Amca, ben de…
-Birincisi, niçin böyle yaptığımı sormayacaksın. İkincisi, her iki haftada en az bir kitap okuyacağına dair bana söz vereceksin. Buraya kadar anlaştık mı?
-Tamam!
-Sadece tahsil hayatında değil, ömrünün sonuna kadar kitap okumaya devam edeceksin, ona göre karar ver!
Kitap okumayı çok seviyordum. İlk bakışta kolay gibi görünüyordu. Bir ömür boyunca buna devam edebilecek miydim? Kararsızdım. İki kelimeden birini tercik etmek ne zormuş meğer. “Evet” ya da “Hayır”. İki renk, siyah ve beyaz gibi. Ara tonları olmalıydı bence. Siyahtan beyaza ulaşıncaya kadar geçen çizgide binlerce nokta, karanlıktan aydınlığa…
-Yapacağınız iyiliği küçümsemiyorum, ama biraz ağır değil mi bu istek?
Söylediğim cümleden rahatsız olmuştu. Belli etmemeye çalışarak konuşuyordu:
-Kendin için en doğru kararı yine kendin vereceksin. Şahsım adına bir istek değil bu!
Dilimin ucunda “evet” vardı, gözlerimin önünde iki haftada bir bitirilmesi gereken kitaplar. Yılda en az yirmi beş kitap okuyacağım. Yaşım 17… Seksen yıl yaşasam, ömür boyunca 1500-1600 kitap eder. Okuyabilir miyim? Belki. Ağır bir yük bu. Denemekle kaybedeceğim bir şey var mı? Yok. Denemezsem çok şey kaybedeceğim oysa. Bu teklifi kabul etmeliyim.
-Tamam Nusret Amca! Dediklerini yapacağım. Niçin bana yardım ettiğini sormayacağım. Her iki haftada bir okuduğum kitapları da size göstereceğim.
-Mesele yok öyleyse! Kitaplarını al, çıkalım. Akşam olmak üzere.
Ben çantamı hazırlarken o da küçük bir kağıda not yazıyordu. Kâğıdı güzelce katladı, zarfa koydu. Zarfı yapıştırdı ve bana uzattı:
-Bunu da al ve sakın kaybetme!
-Bu nedir Nusret Amca?
-Haydi şimdi çıkalım. Ne olduğunu daha sonra söylerim. Ailen merak edecek seni.
* * *
Bugün çok heyecanlıyım. Dönem ödevimi teslim edeceğim. Meraktayım. Acaba öğretmenimiz Hayriye Hanım, hazırladığım ödevi beğenecek mi? Aslında biraz da endişeliyim. Ya öğretmenimiz, ödevi kişisel çabamla hazırlamadığımı, hatta Nusret Amca’dan yardım aldığımı öğrenirse ne yapacağım?
Çok kızar mı?
Ya kabul etmezse?
Döver mi?
Dövmez. Ama beni arkadaşlarımın içinde rezil ederse ne olacak? Dövmekten beter olmaz mı bu?
Endişeli adımlarla kantinin önünde çay içmekte olan öğretmenimize yaklaştım. Ödevimi uzattım:
-Hocam, dönem ödevimi tamamladım.
Hayriye Hanım ödevi aldı, itina ile dosyasının içine koydu. Bana dönerek:
-Okuyup değerlendireyim. Sonra da üzerinde konuşur, hatalarını düzeltiriz, dedi.
İyice panikliyorum. Güzel bir ödev olduğundan şüphem yok ama, içimdeki korkuyu atamıyorum. Saniyeler yıla dönüyor. İnşallah bu endişeli bekleyiş çok uzun sürmez.
* * *
Ders sonunda edebiyat öğretmenimiz Hayriye Hanım:
-Halim, benimle gel, diyor.
Şimdi hapı yuttum. Sona geldin oğlum Halim. Haydi ayıkla bakalım pirincin taşını. Avuçlarım terliyor. Peşi sıra yürüyorum öğretmenimizin. Öğretmenler odasının kapısında duruyor. Suratı asık, cümleleri zihninde sıralarcasına susuyor. Dosyasından ödevimi çıkarıyor. Bana doğru uzatırken üzerine kırmızı kalemle yazılmış olan notu görüyorum: “95”. Ödevi alırken ellerim titriyor.
Yanlış görmüş olmayayım diye nota bir kez daha bakıyorum. Gerçekten “95”. Sayfaları karıştırıyorum. Bazı bölümlere düşülmüş notlar var, hiçbirini okumuyorum, okuyamıyorum. Heyecanım geçmiyor. Sevinemiyorum da.
Öğretmenimize teşekkür ediyorum. Tam sırtımı dönüp ayrılırken beni çağırıyor:
-Halim!!!
Korkudan dilim tutuluyor, yüzüm kızarıyor. Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakıyorum.
-Halim! Ödevin çok güzel olmuş. Üzerinde çok çalışılmış. Ben de, bu emeğin karşılığı olan notu verdim. Ama merak ettiğim bir şey var: Bu ödevi hazırlarken birinden yardım alıp almadığın. Sen çalışkan bir öğrencisin, bunu biliyorum. Fakat senin çalışkanlığın ve de bilgi seviyen için bu ödev çok lüks olmuş. Söyler misin bunu nasıl başardın?
Bir an durdum, hiçbir şey söylemedim. Sadece Nusret Amca’nın söylediklerini yaptım. Kütüphanede anlaştığımız gün yazıp bana verdiği ve hep saklamamı istediği zarfın içindeki kâğıdı çıkardım defterimin arasından. Söylediği gibi, önce kendim okudum, sonra öğretmenimize uzattım. Bir atasözü vardı kâğıtta:
“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.”
Size ait bir hatıra mı?
Etkileyici. Herkesin hayatında Nusret amca gibi insanlar olmalı. Bu yazıyı okuduktan sonra kitabımı elime alıp okuyacağım. Ne güzel anlattınız.. Çok merak ettim hoca 5 puanı nereden kırmış olabilir??
Bir hatıra diyelim. 🙂
Ödevden gerçekte kaç alındığını bilmediğim için gerçekten beş puan mı kırılmış haberim yok. Belki bir öğretmen önsezisi ile anlamıştır hoca durumu. Çaktırmadan kırmıştır beş puanı. 🙂
Teşekkür ederim yorumunuz için. Okunacak ne çok kitap var hâlâ değil mi?
Etkileyici bir hikaye hocam. Kaleminize sağlık
Teşekkür ederim Gülcan. 🙂
Keşke hikâyelerin devamı gelseydi diyorum kendi kendime. Kaderine terk edilmiş bir tür olarak duruyor kenarda. Bir gün yeniden kapımızı çalar inşallah.
Öğrencilerim proje aldığını söylemişti matematikten . Tıpkı bende Hayriye Hanım gibi sınıf öğretmeniniz bilgi vermedi diye öğrencileri geri gönderdim… Hikayeler başkadır. Verdiği dersler bambaşkadır…en kısa zamanda kapınızı çalar inşallah 🙂
Tipik öğretmen davranışı mı yoksa bu? 🙂 Kuralların, yönetmeliklerin içinde boğulup giden bizler…
Kaybolan öğrenciler…
Öyle de denilebilir tabi. 🙂
Hikâyeyi şimdi okudum ve çok etkilendim.Bence Hayriye hanım Halim’in bu ödevi hazırlayacağını tahmin etmişti. Her öğretmen öğrencisini tanır. Halim çok akıllı bir öğrenci olduğu için de ona ekstra zor bir ödev vermiş..Böyle hikâyeleri çok seviyorum ben,gençler daha çok fantastik şeyler yazıyor ama gerçek hikâyeler çok başka bence..Devamı gelmeli hocam.
Çok karmaşık bir hikâye bu. Gerçekle iç içe geçmiş bir sürü kurgu. Hayriye Hanım görseydi keşke bu hikâyeyi. :))