You are currently viewing Gitmek Zamanı – Metin Celâl

Gitmek Zamanı – Metin Celâl

Metin Celâl’i ilk kez okuyorum. Daha önce okumadığım gibi adını da duymamıştım. Hemen “Sen bir edebiyatçısın, nasıl duymazsın?” diye yaygara koparmayın. Ben duymadıysam yazarın hiç mi suçu yok bunda? Duyursaymış kendini bir şekilde. Bunlar işin latifesi tabi.

Kütüphanelerden kitap alıp okumayı pek sevmem. Bu yüzden evimde kocaman bir kitaplığım vardı. Kitap satın almak hoşuma gidiyor. Bu bir hastalık olabilir. Olsun, ben seviyorum bu hastalığı. Bu cümleyi yazdıktan sonra internette biraz araştırma yapayım dedim. Gerçekten böyle bir hastalık varmış. Hatta iki hastalık varmış: tsundoku ve bibliomania. Bulduğum bilgilerden birini kısaca alıntılıyorum.

Tsundoku ile bibliomania arasındaki farklar nelerdir? 

İki kelimenin benzer anlamları olsa da farkları vardır. Bibliomania okuma niyeti olmadan kitapları satın alıp istifleme durumunu anlatırken, tsundoku hastalığında kişi kitapları okuma niyeti ile alır; fakat bir türlü eyleme geçemediği için okumadan biriktirir. Bibliomania hastaları okumadığı kitaplar ile ilgili herhangi bir şey hissetmezken, tsundoku hastalarında yoğun suçluluk duyguları vardır. Bibliomaniada kişi aldığı kitapları başkalarına göstermekten keyif alır ve sosyal medyada sık sık paylaşır. Tsundokuda ise kişi kitaplarını sergilemekten ziyade iyi bir okuyucu olduğunun bilinmesini ister.

Hatta üşenmedim epey yazı okudum, bende gerçekten böyle bir hastalık var mı diye. Sonunda sağlıklı olduğuma karar verdim. Çok şükür henüz delirmemişim. Ama araştırma yaparken Walter Benjamin’in güzel bir cümlesine rastladım. Bunu paylaşmazsam bu yazının eksik kalacağını biliyorum. “Kitaplar yalnız okunmak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir de.”

Bu kadar açıklama yeter. Keşke her hastalık bunlar kadar masum olsa demekten kendimi alamadım. Kitap satın alma sevdama rağmen Gitmek Zamanı romanını kütüphaneden alıp okudum. Yarım yüzyıldan sonra öğrendim ki kitapların somut varlığı pek de önemli değilmiş. Öyle ki, yüzlerce eserini çöpe atmak zorunda kalmış biri olarak söylüyorum bunu.

Eser, roman tekniği yönüyle eleştirilebilir. Bu benim işim değil. Ben sadece, konusu bana ilginç geldiği için okudum. 12 Eylül sonrası ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanların hayat hikâyelerini anlatıyor roman. Almanya’ya giden insanlarımızın orada çektikleri sıkıntılar, yıkılan hayaller, dağılan yuvalar, yeni aşklar, fikirlerin çöküşü…

Konusu farklı olmakla birlikte Hiçbiryer’e Dönüş romanıyla olayların başlangıcı yönüyle benzerlik gösteriyor. Her ikisi de bir sürgün romanı bana göre. Gitmek Zamanı, sürgünde yaşananları anlatırken Hiçbiryer’e Dönüş, sürgünden döndükten sonraki hayal kırıklığını ele alır. Şu anda sürgün hayatı yaşayan biri olarak yazarın, kahramanlara söylettiği cümleler o kadar tanıdık geldi ki bu sebeple roman beni içine daha fazla çekti.

Kitabı özetleyen en güzel cümle eserin arka kapağına eklenmiş gibi: Gitmek Zamanı, kişinin yeni bir hayata doğru yolculuğunda kendisini ve belki de varlığını terk etme ve yeni bir ülkede, yepyeni bir kimlikle varolma arzusunu anlatan bir “kaçış” romanı.

Ülkenin içine düştüğü çıkmazlarda bazıları gönüllü, bazıları zorunlu sürgüne razı olmuşlar hep. Yıllarca emek verip yetiştirdiğiniz insanları anlamsız gerekçelerle ülkeden kaçmak zorunda bırakmak bir ülkenin kendisine ve insanına yapacağı en büyük kötülük olmalı. Her ne kadar arka kapakta “Başını alıp gitmek, bu diyarı terk etmek, yeni bir coğrafyada tüm kavgadan gürültüden uzak, yepyeni bir hayata başlamak. Hemen hemen herkesin zihninin bir köşesinde ya da dilinde olan bir hayal.” yazılmış olsa da hiç kimsenin ülkesini gönüllü terk ettiğini düşünmüyorum ben. Eğer ülkesini terk etmek gönüllü bir gidiş olsaydı, şartlar değiştiğinde gidenler -belki tamamı- dönüş yapmazdı. Türkiye’nin yakın tarihini az çok bilen herkes yüzlerce sanatçının gidip döndüğüne şahit olmuştur veya dönüş hikâyelerini okumuştur.

Çok fazla merak uyandıran bir olay örgüsü olmamasına rağmen normal okuma hızımdan daha hızlı okuduğumu söyleyebilirim eseri. Bazı eserler böyle akar gider. Bazı eserler de süründükçe sürünür, Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanı gibi. Pek çok eserde olduğu gibi bunda da bazı bölümlerin altını çizdim. Birkaçını aşağıya ekleyeceğim. “Kütüphaneden aldığın bir eserin satırlarını mı çizdin?” demeyin. Evet çizdim ama kurşun kalemle, belli belirsiz. Not aldıktan sonra da tertemiz hâle getirdim tekrar.

Altını çizdiğim bazı satırlar

  • “Sürgün hatırlamaktır.”
  • “Filmlerdeki gibi, bir sabah erkenden Haydarpaşa’dan İstanbul’a bakmamın üzerinden neredeyse 15 yıl geçmiş. Kıyıda bir banka oturmuş denize, karşı kıyıya bakmıştım. Kendimi özgür ve mutlu hissetmiştim. Ren’in gri suyuna bakarken de benzer bir durumda olduğumu düşündüm. Yine kaçmıştım. Aradaki ayrım mavi ile grinin farkı kadar belirgindi. O gün ne denli umutluysam bugün de o kadar umutsuzdum.”
  • “Bu kentte, bu ülkede yaşamak…” Binlerce cevapsız soru oluşturan kocaman bir soruydu.
  • Aldığım cezayı küçümsemişler, “Yatarsın çıkarsın,” demişlerdi.
  • “Bir kenti terk etmek!” Ama bu kez çok farklıydı. Yalnız bir kenti terk etmekle kalmamıştım. Dilimi, alışkanlıklarımı, işimi, evimi, karımı, anamı, tek kelimeyle söylemek gerekirse hayatımı terk etmiştim.
  • Burada hiç gürültü yoktu. Ne bir insan, ne bir araba sesi vardı. Sanki yalıtılmış gibiydim.
  • Anlattıklarına göre bu cehennemden kurtulmak için fırsat kolluyorlardı. Tek hedefleri bir an önce ülkelerine dönmekti. Ne yazık ki bir umutları yoktu. İkisi de mülteciydi ve artık ülklerini, doğdukları şehirleri düşlerinde bile göremiyorlardı. Geriye sadece özlem kalmıştı. Sedef’in sözleri belleğime hemen yer etmişti; “YarınTürkiye’ye dönecekmiş gibi bir ruh hâli içindeydim hep. En çok altı ay sonra döneriz, diye düşünüyordum. On yılın geçip gideceği aklıma bile gelmemişti.”
  • Bu fotoğraf ne demek isterse istesin, bensiz bir hayatı vardı artık. “Ben onsuz bir hayat kuramadım.” Yalandı bu.
  • “Kendimi kapana kıstırılmış gibi hissediyordum. Karanlık, hiç ışık sızmayan bir odaya kapatılmış gibi. Her şey o kadar yabancıydı ki el yordamıyla bile bir yere varamayacağımı düşünüyordum.”
  • Beyninin içinde Rüya’nın küçük elektrikli daktiloyu hediye ederken söylediği sözler yankılanıyordu: “Lütfen, lütfen!.. Bir satır da olsa her gün yaz! Bunu benim için yap! Senin iyi bir yazar olduğuna inanıyorum. İyi şeyler yazacağını biliyorum. Beni seviyorsan bir dene!”
  • Anılar da defalarca anlatılmaktan oldukça yıpranmıştı.
  • “Kaçtım buraya geldim,” diye noktaladı sözünü. “Oysa yabancı olmanın, kendini yabancı hissetmenin tüm bu yaşananlardan daha ağır bir duygu olduğunu tahmin etmem gerekirdi.”
  • “Hep böyle!” Evlilik, ‘hep böyle’lere alışmak ve onların izini sürmek değil mi?Alışkanlıklar yaratmak, alışkanlıklardan kopamamak… Sırf o alışkanlıkları kaybetmemek için o zoraki kurumu olabildiğince sürdürmeye çalışmak…
  • “Açıkhava hapishanesinde müebbete mahkûm gibiyiz.” demişti biri, şimdi ona hak veriyordum.
  • “Burada beklemeyi ve sıkılmayı öğrenmelisin,” demişti Fuat.
  • Rüya hiçbir zaman bir şeyi açıkça söylemezdi. Hissettirmeye çalışır, karşısındakinin kendiliğinden anlamasını isterdi. Israrla anlamazlıktan gelmiş ve sonunda ona her şeyi açık açık söyletmiştim.
  • Gönlünü aşklara kapamaya karar vermişti. Geçmişin gölgesinin aşka vuracağına inanıyordu.
  • “Ne diyebilirim ki? Gel desem, gelir misin?” “Belki. Ama sen, gel diyecek misin?”
  • İçimdeki dönme arzusunu öldürmüştüm sonunda. İstanbul’a da, Rüya’ya da fönmek istemiyordum. Boş düşüncelere kapılmıştım; İstanbul’dan kopamam, Rüya’dan ayrı yaşayamam diye. Yaşanıyordu. Yaşanacaktı.
Beni bilgilendir
Bildirim
guest
0 Yorum
Satır içi geri bildirim
Tüm yorumları gör