30 Ekim Pazar
Geçen hafta bahsetmiştim kitap fuarından. Bugün gittim. Gittik demek daha doğru. Üç beş öğrenciyle beraber gezdik fuarı. Her zaman olduğu gibi kitaplar yine pahalıydı. Bu ülkede kitaplar hep pahalı ki zaten. Benimse kitap alacak param her zaman var (çok şükür). Bir cep telefonuna iki bin lira veya daha fazlasını verebiliyorsa insanlar, kitaba niye pahalı derler ki? İlk akıllı telefonuma dört sene önce 1600 lira vermiştim. Bu yıl yenilemek zorunda kaldığım telefon için daha akıllı davrandım ve 900 lira verdim. Sanki ucuzmuş gibi!
Geçen hafta bahsetmiştim yine. Şükrü Erbaş ve Ataol Behramoğlu’nun geleceğini. Behramoğlu cumartesi günü gelmiş, rahatsızlanınca da dönmek zorunda kalmış. Kısmet değilmiş. Şükrü Erbaş oradaydı. İki kitabını imzalattım. Ayak üstü biraz konuştuk.
Öğrencilerim benden önce tanımışlardı onu, bir yarışma vesilesiyle. Şair ve yazarlardaki özgüvene her zaman hayran olmuşumdur. Erbaş da öyleydi. Hazır Erbaş’tan muhabbet açılmışken “Senin Korkuların Benim İnceliğim” şiirini de buraya koyalım, kendi sesinden. Ne güzel dizelerdir onlar. “İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!”
01 Kasım Salı
İki kelime var Arapçadan dilimize girmiş: hayret ve hayran. İkisi de ‘hayr’ kökünden geliyor. Bu yüzden anlamları birbirine çok yakın. Biz ise zaman içinde farklı anlamlara gelecek şekilde kullanmışız kelimeleri. Demem o ki, siz bir şeye hayran olurken aslında hayret de edersiniz. Tersinden okursak, bir şeye hayret ederken aslında hayran da olursunuz.
İnsan gerçekten hayret ediyor.
02 Kasım Çarşamba
Ayağı kırık kedi… Topal topal geziyor parkta. Halinden şikâyet etmiyor. Üstelik kimseye derdini de anlatmamış. Nerede kırıldı acaba? Belki bir köpekten kaçarken yola atladı, bir arabanın altından sağ çıktı ama ayağı kırıldı. Belki birkaç serseri çocuk düştü peşine. Taş atıp kırdılar ayağını. Hikâyesini yazmaktan daha fazlasını yapabilmeyi isterdim. Lâkin insanların kıymetinin olmadığı bir âlemde ayağı kırık bir kedi kimsenin umurunda değildi.
03 Kasım Perşembe
Konyaaltı Kitap Fuarı’na bir kez daha yolum düştü. Yeni parlayan genç yazarlardan birinin kitabına bakıyordu liseli kızlar. Satıcı, yazarın hafta sonu imza günü olduğunu söyleyince kızların içi gitti. Gayriiradi ben de karıştırdım kitabı biraz. Edebiyatımızda okunacak kaliteli o kadar çok yazar varken gençleri bu metinlere yönelten sebebin ne olduğunu bulamadım. Sonra biraz kendimizi suçladım. Acaba edebiyat öğretmenleri bu genç nesli kaliteyle tanıştırma konusunda yetersiz mi kalıyor?
Durun, vurmayın! Ben edebiyat öğretmenleri okuyordur, diye düşünmüştüm. E, hayat zor. Geçim şartları falan derken okumaya vakit kalmıyor olabilir. :)) Sustum, sustum. Ne diyordu şiir :
Bana benden olur her ne olursa
Başım sağlık bulur, dilim durursa
04 Kasım Cuma
Yazmak gelmiyor içimden. İnsanın yazmak için bir gerekçesi olmalı. Nedir o? Yok. İşi deliliğe vurdurmak lâzım sanıyorum. O zaman dans!

Bir iki aydır sürekli okuyorum. Ne okuyorum? Kitap değil tabi. İnternette blog yazıları okuyorum. Blogculuk (böyle bir kavram var mı acaba?) adına öğrendiğim çok şey oldu. Blogları en genel şekliyle ikiye ayırmak gerekiyor. Birincisi haber ve bilgi blogları. Aradığınız her tür bilgiye ulaşabileceğiniz bloglar bunlar. İkincisi kişisel bloglar. Genelgeçer bilgiler vermeyen, öznel metinlerden oluşmuş bloglar. Günlük tutmanın sanal şekli diyebileceğimiz sayfalar. Belki biraz edebî değeri de olan.
Bunları yazıp söylerken birilerini eleştirmek gibi bir derdim yok. İsteyen istediği gibi yazabilir. Kaliteye karar verecek olan ‘okur’dur. Bu kural basılı metinler için de geçerlidir zaten. Tabi buraya bir parantez açılmalı. Günümüz tüketim toplumunda okur, kaliteli metinlerin izini sürüyor mu yoksa bulduğu her şeyi hemen tüketip tüketecek yeni şeyler mi arıyor? Pazarlanan kitaplara baktığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bu yazıyı okuduğunuz blogla ilgili değerlendirmeyi siz yaparsınız artık. 🙂
05 Kasım Cumartesi
Hayatta hiçbir şeyin kolayını tercih etmemek gerekiyor. On sekiz yıldır bilgisayar kullanıyorum. Eğer bugüne kadar işin kolayına kaçmamış olsaydım şimdi çok iyi bir ‘Photoshop’ bilgim olacaktı. Ama ben ne zaman bir işim olsa bu programı öğrenmek yerine daha basit programlarla işimi halletmeye çalıştım. İşlerim aksadı mı, hayır. Sadece günü kurtardım. Şair Sabahattin Ali gibi söyleyelim mi şimdi: “Sonra çıkıyorsun dışarı, bakıyorsun güneş hâlâ tepede. Bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun: Ne yapalım, kısmet değilmiş.”