Her şey layığını bulur. İnsan da. Kader layık olduğumuz şeydir aslında. Ve hiç şaşmaz.
Ama nedendir ki insan layık olduğu kaderi sevmez çoğu zaman. Ben bunu hak edecek ne yaptım, der durur. Öyle ki, en sağlam inançların bile sarsıldığı zamanlar olur. Neden, neden bütün bunlar?
Oysa insan bir zerredir koskoca evrenin içinde. Tıkır tıkır işleyen çarkların arasında bir küçük dişli… Varlığı, ancak yokluğu kadar değer ifade eden…
Belki de layık olduğumuz şey (yani kader) başkaları layık olmadığı / olamadığı için bize sunulmuştur. Neye layık olduğumuzu en iyi bilen de biz değiliz nihayetinde.
En iyi işe, makama; en iyi eve, arabaya; en iyi arkadaşa, eşe sahip olmayı istemek hakkımızdır. Peki bunlara layık olduğumuzu düşündüren nedir? Liyakatimiz var mı bunlar için?
Çok zengin olmak, en iyi arabaya sahip olacağımız anlamını mı taşıyor? Yani paraya layık olmak arabaya layık olmayı da beraberinde getirir mi?
Ben iyi bir insanım öyleyse dostların en iyisine layık olan da benim diye düşünmek bir kuruntu olmalı. Çünkü liyakat her zaman doğru orantılı çalışmaz.
Bir ülke mi bir insana layık olmalı yoksa bir insan mı layık olmalı bir ülkeye? Belki de karşılıklıdır bu liyakat. Bir gün bir deli çıkıp sizin, ülkenize layık olmadığınızı söyleyebilir. Belki de haklıdır. Çünkü sizin, kendinizi layık gördüğünüz ülke sizden kat kat kötülerine layıktır da bu yüzden sizin artık layık olmadığınız söylenir. İsterseniz tersinden okuyalım cümleyi. Belki bir yerlerde layık olduğunuz daha güzel bir ülke vardır. Belki de!
Liyakat konusunda en çok direnen varlık insandır. Canlı ve cansız diğer varlıklarda layık olduğu şeye direneni pek bulamazsınız.
Mesela bir arı layık olduğu çiçeği bilir ve onu arar bulur. Siz hiç gördünüz mü bir arının layık olmadığı bir çiçeği aramak için kanat çırptığını? Hem sonra çiçek de bilir layık olduğu arayı. Hangi arının, özünden en iyi balı yapacağını.
Bir inek binlerce otun içinden kendisine layık olan otu seçer. Bir kuş, bir balık, bir örümcek ya da bir aslan… Bir nimete liyakati yoksa peşinde koşmaz onun.
Mesela hüzün en çok sonbahara yakışır. Sonbaharın içinde de sanırım eylüle. Hani umut ilkbahara, ilkbaharın içinde de nisana yakışır ya en çok. İşte öyle…
Kahveseverler alınmasın! Mesela kahve, belli zamanlara yakışır. Bu yönüyle biraz resmî bir duruşu vardır. Oysa çayın her ana liyakati vardır. Resmiyeti sevmez. Sıcaklığı ve samimiyeti bundandır.
Bir şiirinde “sarı gül ayrılık, kırmızı gül kavuşma demek değil” derken şair Muhammed Salih aslında sarı gülün ayrılığa, kırmızı gülün de kavuşmaya layık olduğunu anlatır. Gerçekten de öyle değil midir? Kavuşmayı ve aşkı, kırmızı bir gülden daha güzel ne anlatabilir ki? Layık olduğunuz kırmızı gül henüz sizi bulmadı mı? Vakti vardır. Çünkü zaman da liyakat ister.
Peki ya insan?
Neye liyakati yoksa onun peşinde koşar hep. Çünkü hırs vardır insanda. Hırs bir şeye layık olup olmadığını düşündürtmez insana. Bunu istiyorum, bunu istiyorum, bunu da istiyorum.
Bela da istiyor musun?
Çünkü belaya da liyakati vardır insanın.
İsteme!
Kur’an’da bir ayet şöyle der: “Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara lâyıktır.”1
Daha ne söylenir ki? Öyleyse susalım.
- Nûr suresi, 26. ayet ↩︎