Beklemiyordu. Posta kutusundaki zarfı görünce içi cız etti. Daha üstüne bakmadan anlamıştı kimden geldiğini. Kalınca bir zarftı. İçi dolu zarfları hep o gönderirdi. Sayfalar dolusu yazmış olmalıydı. Bankalardan gelen postları saymazsa, ondan başka mektup gönderen de yoktu zaten.
Elleri titreyerek açtı zarfı. İçinde ne yazdığını aşağı yukarı biliyordu. Bir an okumadan yırtıp atmak istedi. Yapamadı. Yapamazdı ki! Hiç yapamamıştı bugüne kadar. Onun yazdığı satırlardan kaçamayacağını en iyi kendisi biliyordu. Kaçamadı.
“Gönül Dostum”
Bu iki kelimeyi ilk duyduğu, daha doğrusu ilk okuduğu zamanı anımsamaya çalıştı. Yirmi yıl önceye götürdü onu zihni. Kime yazıldığını bilmediği bir metnin içinde geçiyordu.
“Gönül Dostum”
“Ne kadar içten!” demişti, kendisine böyle bir seslenen olmasını hayal ederek ve kendisine yazıldığını bilmeden. Yıllar sonra öğrenecekti o hitabın kendisine seslendiğini. Topladı kendini. Geçmişin, duygularını esir almasına izin vermedi.
Yaşanan onca kötü şeyden sonra niye böyle başlıyor ki mektuba, diye kızdı. Kendisine nasıl hitap edilmesi gerektiğine o an kendisi de karar veremedi. Ömür boyu bir daha kimsenin “gönül dostu” olamayacağını en iyi kendisi biliyordu. Bu farkındalık canını sıktı.
Sahi niye böyle başlamıştım? Şu an kalbinin küt küt attığını biliyorum. Ben onun kendisine itiraf edemediği duygularını bile biliyorum. O benim hiçbir şeyimi bilmiyor. Öğrenmedi de yıllar boyu. Şimdi öğrense ne olacak ki!
“Gönül Dostum”
Sen yoktun, ben hep yazdım.
Sen vardın ben yine hep yazdım. Belki en çok sana yazdım. Belki en çok seni yazdım. Yazdım çünkü yazmasam biz olmazdık. Olur muyduk?
Cevap veremedi bu soruya. Sustu. Hep yaptığı gibi. O zaten hep susarak konuşurdu.
Sen yoksun, ben yine yazıyorum. Artık hep kendimi yazıyorum. Kendime yazıyorum. Say ki sen güzel bir bahaneydin yazmak için. Artık nesnesi sen değilsin satırların, hayallerin. Ve yaşanacakların…
Sen olacaksın veya olmayacaksın, hiçbir şey değişmeyecek benim dünyamda. Ben yine yazacağım. Neyi? Merak ediyor olabilirsin. Etmiyorsan bile söyleyeyim. Kendimi yazacağım. Her yazar en çok kendini yazmaz mı zaten? Ben de öyle yapacağım. Belki başka kadınlar girecek satırlarıma. Seni anlattığım kadar aşkla anlatacağım onları da. Kıskanma diyeceğim, anlamı olmayacak, kıskanacaksın. Satır aralarında kendini aramakla geçecek ömrün. Sana yazdıklarımdan hareketle, kendime ve belki başkalarına yazdıklarımın içinde mutluluk arayacaksın. Kelimelerim seni mutlu etmeyecek. Yorma kendini.
Yazdım, yazıyorum, yazacağım. Bu can bu bedende oldukça… Özne benim, gayrısı nesne. Öyle ki “ben” demesem bile benim yazdığım aşikâr. “Ben yazdım” desem ne fark eder, “yazdım” desem ne? Ben o eylemin kendisiyim. Yazdım, yazıyorum, yazacağım dediğimde hep beni görürsün. Sonrası hep bir meraktır. Kimi yazdım, neyi yazıyorum, ne zaman ve nerede yazacağım? Küçük birer teferruat hepsi. Ve sen teferruatları seversin.
Haklısın, dedi. Ne söylesen haklısın. Ne senin kıymetini bildim ne yazdıklarının. Pişmanlık bir kıymık gibi batıyordu kalbine. Bir cımbız bulsa çekip atacaktı kalbinden. Yoktu, iğne ile eşelese canını daha çok yakacaktı. Yaktı.
Yansın dedi, kendisinin bile zor duyacağı bir sesle. Hak ettim, yansın. Su gibi içti mektubu. Bir daha okudu. Bir daha… Kaç kere başa döndüğünü bilmiyordu. Bilmeli miydi? Mazi yarım kalmış bir film gibi geçti zihninin kıvrımlarından. Bir figüran gibi silik kalmıştı kendi filminde. Hem yönettiği hem başrol oynadığı bir film bu kadar kötü bitmemeliydi. Neden bitmeyecekti ki? Bitmemeliydi çünkü bu senaryoyu ben yazdım, dedi. Güzel yazdım ama güzel yönetemedim, dedi derin bir iç çekerek.
Mektubun son cümlesi yankılanıp durdu zihninde: “Bitti sanma, bitmedi, sürecek bu hikâye.”
Hangi hikâyeydi yarım kalan? Ne anlaması gerekiyordu son cümleden? Yeni bir mektubu veya mektupları mı kastediyordu? Yoksa bir bahar yağmuru gibi gelip geçen aşklarının yeniden sürgün vereceğini mi ima ediyordu?
Mektuptur, dedi. Tabi ya, mektuptur.
Yeni satırları okumaya cesareti var mıydı? Yoktu ama okumazsa okuyunca duyacağı pişmanlıktan çok daha fazlası yakasını bırakmayacak, yeni patlamış bir volkanın lavları gibi içine içine akacak, dağlayıp geçecekti çiçekli bahçelerini.
Ya mektup değilse bitmeyen?
İki hafta oldu olmadı, iş dönüşü bir mektup buldu posta kutusunda. “Niye bu kadar geç yazdın?” sorusunu içinden geçirmeye korktu. Mektubu alıp odasına çıktı. Üzerini değiştirmeden yatağa uzandı. Yorucu bir gün geçirmişti. Mektubu göğsünün üstüne koydu. Kendinden utanmasa gözlerini kapatıp liseli bir âşık gibi içine çekecekti mektubu. Yoksa çekmiş miydi? Nefes alıp verdikçe inip kalkıyordu mektup. İçindeki kelimeler, cümleler, düşünceler hareket ediyor gibiydi.
Yorgunluktan dökülüyordu. Uyumak istiyordu. Uyusa mıydı biraz? Uyuyabilir miydi? Uyuyamazdı. Uyuyamadı. Yedi uyurlar gibi uyuyup üç yüz yıl sonra uyanmak istiyordu.
Üç yüz yıl sonra, dedi.
Sen ölmüş olursun. Evler, sokaklar, şehirler değişir. Bize ait hiçbir şey kalmaz. Bize ait mi demişti? Hâlâ “biz” dediği için kendine kızdı. Bugün “biz” diye bir şey yoktu ki, üç yüz yıl sonra olsun.
Değil üç yüz yıl, üç dakika bile bekleyemedi. Sırtına bir yastık alıp yatağa oturdu. Köşesinden itina ile açtı zarfı. Elleri titriyordu yine. Hep titrerdi. Bir önceki mektuptaki gibi başlamış yine, dedi. Yine.
“Gönül dostum”
Hâlâ mı?
Hâlâ…
Niye böyle başladıysam…
Yazdım, yazıyorum, yazacağım demiştim geçen mektupta. Hatırlıyor musun? Bu da soru mu şimdi? Sen neyi unuttun ki bunu unutmuş olasın.
Bir tarih şeridi gibi benim bütün yazı serüvenim. Bu şeritte senin yerin neresi? Haydi, bir dönem seç kendine! Varlığın mı milat, yokluğun mu? Senden sonra -yeniden- doğduğuma göre yokluğun milat olmalı.
Bir an durakladı. Doğruldu. Mantığı ile duyguları arasında amansız bir savaş başlamıştı. Duygularının kazanacağını biliyordu. Çünkü bugüne kadar mantığı hiç kazanamamıştı. Direnmekten vazgeçti. Hemen kitaplığa koştu. Aradığını bulabilecek miydi? En alt rafa eğildi. Eskiden hep orada olurdu. Yirmi yıldır belki hiç değişmemişti yeri. Yoktu. Ondan sonra hiç düzenli olmamıştı kitaplığı. Dizilmekten ziyade üst üste yığılmış kitapların arasında kendini kaybetti. Bulmak için bütün kitaplığı yere indirdi. Çok alakasız bir yerde -şiir kitaplarının altında- buldu nihayet tarih atlasını. Hayatının bir yansıması gibiydi kitaplığı. Dağınık, düzensiz… Hiçbir şey olması gereken yerde değildi.
Bu bir tercih, dedi. Bu düzensizliği ben seçtim.
Atlası açmadan yatağa döndü. Tarih şeridine bakacaktı. Anlatılanlardan kafası karışmıştı biraz. Binlerce yılı şu incecik atlasın içine mi sığdırmışlar yani, dedi. Ne masal şey! Tarih diye anlatılan şey masal mıydı gerçekten? Kendi hikâyesi geldi aklına. O da masal olmamış mıydı çoktan?
Atlasın hemen başındaki şeridi inceledi dikkatle. Parmaklarını “milat” yazan yere koydu. İleriye doğru yavaşça üzerinde gezdirdi. İstemsiz ileriye doğru gitmişti parmakları, çünkü geçmişte kendisi yoktu. Kendisini mi arıyordu, onu mu arıyordu düşünecek durumda değildi. Parmakları onu dinlemiyordu. Bir tende kayarcasına gezindi tarih şeridinde. Ateşli gecelerden kalma bir hazla yandı parmak uçları. Mektubu koydu atlasın arasına, okumaya devam etti.
MÖ 3200’de bulunmuş yazı. Keşke hiç bulunmamış olsaydı değil mi? Ben hiç yazmasaydım, sen bu satırları hiç okumasaydın. Bir sevgiliyi bekler gibi benim yazdıklarımı beklemeseydin. Dün aşkla kalbini titreten, içinde kelebekler uçuran kelimeler, bugün korkuyla kalbini titretmeseydi. Keşke değil mi? Keşke!
Taş ve maden devirlerinden bahseder tarih. Karanlık devirlerdir. Böyle devirlerim yok benim. İyi ki yok. Senden öncesi -varsa- İlk Çağ olabilir. Birazı milat öncesi, birazı milat sonrasıdır İlk Çağ’ın. Milat belki de aşktır. Belki değil, aşktır. Aşktan önce de yazdım, aşktan sonra da İlk Çağ’da. Okudun mu? Bu nasıl soru? En çok sen okudun?
Yarısı aşkla, yarısı aşksız geçen İlk Çağ’dan sonra Orta Çağ başlar. Tarihçilerin anlattığı masallara bakarsan karanlıktır çağdır. Madem karanlıktır, seninle geçen yıllar bu çağ olmalı. Kavimler göçüyle başlar benim sana yolculuğum yani karanlık çağım. Bilinmez diyarlardan kalkıp sana gelmiştim. Hatırla. Tarih yazmaz bunları, elinde tuttuğun tarih şeridinde de bulamazsın.
Atlası elinden düşürdü. Gözetlendiği hissine kapıldı. Nereden bilmişti benim gidip atlası alacağımı ve anlatılanları bir atlas üzerinde kavramaya çalışacağımı, dedi. Kendisini bu kadar iyi tanıyor oluşuna şaşırdı. Bir genç kız heyecanı ve sevinci gelip oturdu dudaklarının kenarına. Kelebekleri hissetti içinde yeniden. Şaşkınlığı geçince atlası geri aldı.
Ve senin bana bahşettiğin Orta Çağ karanlığı Bizans’ın yıkılışına kadar sürer. Bizans’ın yıkılışı senin yıkılışındır aslında. Oysa madalyonun öbür yüzünde tarih İstanbul’un fethini yazar.
Demem o ki, sen, senin yokluğunla Bizans gibi yıkıldığımı sanırsın, oysa ben yeni bir çağa başlarım İstanbul’un fethiyle. Tarih bunu da yazmamış, hayret! Yazmasın, ben yazıyorum hepsini.
Yeni Çağ, derken hemen ardından Yakın Çağ başlar Fransız ihtilali ile. Şimdi Yeni Çağ’da mıyım, Yakın Çağ’da mıyım bilmiyorum. Adı konulmamış ihtilaller var içimde. Yazacağım, yazamıyorum. Belki çoktan başlayıp bitti Fransız devrimi. Belki tarih şeridindeki kadar uzun sürmedi Yeni Çağ’ım. İhtimaldir. İhtilaldir. Yazının icadından bu yana hep yazarak geliyorum ve yazdıkça öğreniyorum. Binlerce yılın tecrübesi var sırtımda. Biraz yorgunsam da daha sağlam basıyor ayaklarım yere.
Dün iyi ki yazmışım. Yoksa ne Karanlık Çağ’ımı bilecektin ne İlk Çağ’ımı. Ne de miladın aşkla başladığını…
İyi ki yazmışım, yazıyorum. Yoksa hiç kimsenin haberi olmayacaktı Orta Çağ’ımdan, seninle üstüme çöken karanlığımdan.
Batı’nın Orta Çağ dediği bu karanlık döneme Doğu yani -daha özelde- Müslümanlar İslam’ın altın çağı diyorlar. Karanlık Çağ bana düştü, altın çağ sana. Sen benim karanlık çağımdın, ben senin altın çağın. Ve bitti. Anlıyor musun, bitti.
Senin altın çağın kapandı, benimse karanlık çağım. Tarihçiler yazar yazmaz bilemem. Ben yazdım, yazıyorum, yazacağım.
Senin bir daha altın çağın olmayacak. Benimse bir daha karanlık çağım…
Tarih yazmak değil uğraşım. Ben kendi hikâyemin peşindeyim. Bazen birinci şahsın ağzından anlatılan, bazen üçüncü şahsın ağzından anlatılan bir hikâyenin… Anlatan değişse de yazan hiç değişmedi bugüne kadar. Hep ben yazdım. Yine ben yazıyorum. Yarın da ben yazacağım.
Yazdım, mutlu olmadın.
Yazıyorum, şikayet ediyorsun.
Yazacağım, ne yapacağın umurumda değil.
Ben hangi zamanı seçersem seçeyim senin bir tahammülsüzlüğün olacak. Oldu da. Çünkü sen söze âşıksın, yazıya düşman… Sözde kalan, yani bir yönüyle kanıt istemeyen masallara âşıksın. Yarısı yalan, yarısı efsane.
Sen düşmanlık besliyorsun diye yazıdan vazgeçecek değilim. Senin anlattığın masalar değişir, benim yazdığım hikâyeler hep aynı kalır. Dün “seni seviyorum” diye yazmışsam bugün “seni seviyor muyum?” şekline dönmez cümlelerim. Yarın “seni seviyor muydum?”a evrilmez fikrim ve zikrim.
Dün sana yazdım, bugün sana yazıyorum, yarın sana yazacağım. Hâli değiştirip yeniden kurayım cümlemi. Seni yazdım, seni yazıyorum, seni yazacağım. Aradaki anlam inceliğini anlamış olmalısın. Senin hâlin değişir, ben hep aynı kalırım.
Bitti sanma, bitmedi, sürecek bu hikâye!
Yine aynı cümlelerle bitirmişti mektubunu. Gözlerini kapadı. Bitti dedi, bitti.
Bitmesini istemiyordu. Ama bitti. Mektup.
Gözlerini açtı. Pencereden tatlı bir akşam serinliği doluyordu odanın içine. Pencereye yansıyan güneş yavaş yavaş terk ediyordu sokağı.
Hıh, dedi omuzlarını silkerek. Bitmemiş, bitmezmiş. Ne masal şey! Anlattığın binlerce yıllık devirler, hikâyeler bile her şeyin bir gün biteceğini söylüyor. Bunları yazarken de mi aklına gelmedi biteceği?
Sonraki günler, haftalar, aylar hep mektup beklemekle geçti. Bitmeyen mektubu beklemekle. Aşkı. Ama gelmedi.
Bitti dedi, bekledi.
Bitecek dedi, bekledi.
Bitmemiş dedi, bekledi.
Bitmemeli dedi, bekledi.
Bilmediği bir şey vardı. Bitmemişti. Yazıcı, elinde kalem ha bire yazıyordu. Dün yazdığı gibi, yarın yazacağı gibi.
“Bitti sanma, bitmedi, sürecek bu hikâye!”
Ne bitsin demekle, ne bitti demekle, ne de bir gün geçecek bitecek demekle bitmiyor. Bazı hikayelerin sonunu yazmaya güç yetmiyor.
Merhaba Hamiyet.
Haklısın, bazı hikâyelerin sonunu yazmaya güç yetmiyor. Daha kötüsü de var. Bazı hikâyeleri yaşamaya da güç yetmiyor.