Son dönemde hiç yapmadığım bir şeyi yapıp “kitaplar arasında” üst başlığı ile kitaplar hakkında kısa kısa yazılar yazıyorum, yazacağım. Bu yazıların büyük bölümünü kitaplardan yaptığım alıntılar oluşturuyor. Altını çizdiğim satırları telefonumdaki not programına dikte ediyorum. Yani çizdiğim yerleri ben okuyorum, telefon yazıya geçiriyor. Sonrasında birkaç küçük düzeltme ile yazıya aktarma işi bitiyor. Teknolojinin bu yönünü seviyorum. İşleri kolaylaştırıyor. Teknolojinin sadece varlığı yetmiyor tabi, kullanmayı da bilmek lazım.
Birkaç aydır okumaya daha fazla vakit ayırıyorum. Nasıl başardım ben de bilmiyorum, hâlâ şaşkınım. Ama çok mutluyum. Otuz yıl önceki mutluluklarıma denk bir mutluluk bu. Umarım bu hâl geçici değildir.
Otuz yıl önceki mutluluklarımı bilmiyorsunuz değil mi siz? Otuz yıl önce tam bu aylarda (belki bir ay öncesi) üniversite diplomamı almıştım elime. Hemen öğretmenlik için başvuru yapmıştım. Ve okulu bitirdikten iki ay sonra bir anda statü değiştirmiş, öğrenciyken öğretmen oluvermiştim. KPSS vb sınavların olmadığı zamanlardan bahsediyorum. Bizden önceki birkaç dönem sınavla alım yapıldığını biliyorum ancak bizim dönemimizde ve sonrasında bir süre daha sınavsız alım yapılmıştı.
Mesleğe başladığım yıldan itibaren belki on yıl o kadar şevkle kitap okumuştum ki anlatamam. Sonrasında da okumaya devam ettim elbette. Üniversite öğrenciliğim yıllarında okuduklarımı saymıyorum bile. Sonralarda bu okuma şevkini öğrencilerime de kazandırmış olmalıyım ki okuduğum kitapların pek çoğunu onlar da benimle birlikte okumuşlardı. Bir gün anılarımı yazacak olursam bu konuya mutlaka yer vereceğim. Öğretmenler odasındaki küçücük dolabımın bir okul kütüphanesinden çok daha fazla çalıştığına öğrencilerim şahittir.
Sözün tam burasında bir iğneleme yapmadan geçemem. Devlet bugün bana vatan haini gözüyle bakıyor. (Komik şey seni!) Haberi olsun devletin, ben o gençlerin hepsini zehirledim. Ama içlerinde hiç hırsız yok. Bu da size dert olsun! Yıkılsın haram saltanatınız…
Geçmiş, üniversite, anılar vs derken konu çığırından çıktı yine. Kitaplar diyordum…
Haraç – Füruzan
İlk kez Füruzan’dan bir eser okudum. Geç kalmanın üzüntüsü var içimde. Bu kısacık öykünün her şeyine vuruldum ben. Bir eseri; okuduğunuz mekan, zaman, içinde bulunduğunuz şartlar vs özel seçilmiş gibi geliyor bana. Ve tüm bunlar esere ayrı bir anlam katıyor. Bizim dışımızda bir plan işliyor gibi. Ben kader diyeyim, siz ne derseniz deyin.
Haraç için uzun bir öykü mü demeliyim yoksa kısa bir roman mı, emin olamadım. Arafta kalmış gibi. Tabi yazarın, eserine öykü dediğini de belirteyim. Eseri bir kütüphaneden alıp okumuştum epey zaman önce. Altı çizilmiş satırlarım yok bu yüzden. Sadece “1000Kitap” adlı sosyal ortamda aşağıdaki iki cümleyi not etmişim kitaptan:
- Gene de en sevdiğim renk, hep yaz göğü rengi olmuştur.
- Ölmenin iyisini seçmek de insana yakışır bir iştir.
Sana Seni Anlatmak – Osman Çeviksoy
Daha önce üç dört eserini okuduğum bir yazar Osman Çeviksoy. Nereden baksan 25 yıl olmuştur. Bu kadar aradan sonra adına vurularak satın aldığım bir kitaptı. Yalan yok, çok yavan geldi. Yirmi beş yıl önceki tadı alamadığım gibi bugün vermesini umduğum tadı da alamadım. Belki o dönemde okuduğum eserleri de aynıydı aşağı yukarı, sadece ben okuduğum ruh hâlinin de etkisiyle güzel bulmuştum eserleri.
Kayıp gözüyle bakmıyorum tabi. Okuduğum hiçbir esere bu gözle bakmam ben. Sevmediğimi söylerim ama yazara hakkını teslim ederim yine de. Yazarın dilinin akıcılığını ve sadeliğini seviyorum. Kendisini okutan bir yazar. Bu eseri de çok hızlı okudum, başladığı ile bittiği bir oldu. Hikâyelerdeki merak unsuru biraz az geldi bana. Hani hiçbir hikâyenin sonu nereye varacak diye merak etmedim. Üstelik sonuna geldiğim hiçbir hikâye de beni şaşırtmadı.
- Bir küçük çinko tabakla konulmamış olsa bile, sofrada hüzün de vardı.
- “İnsan dar yerde geniş düşünemez.” diyen her kim ise doğru söylemişti. Beton hücreler içinde renkli oyuncaklarla oynamak insanın hayal dünyasını da yıkıyordu.
- Beni hiç anlamadın demeye dilim varmıyor. Anladığın zamanlar oldu, biliyorum. Fakat çoğu kez yanlış anladın beni. Ne olur ya doğru anla ya hiç anlama. Biliyorsun, ben anlatmak zorundayım. Beni sen anlarsan başkaları da anlar.
Hayvan Çiftliği – George Orwell
Son eser, George Orwell’ın Hayvan Çiftliği adlı romanı. Eseri duymayan yoktur. Hatta okumayan yoktur desem abartmış olmam. Ama ben bu zamana kadar okumamıştım. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi basılmış her eseri okumuş olmanız mümkün değil. Hatta basılan eserlerin yüzde birini bile okumak mümkün görünmüyor. Bu kadar çok eserin içinde insanlara “Bunu niye okumadın, bunu nasıl okumazsın?” gibi saçma soruları sormanın anlamı yok. Kısmet değilmiş.
İkinci sebepse kendimce bir ölçüt. Dile düşmüş eserleri okumayı da sevmiyorum ben. Bir eser çok meşhursa, kitapla hiç ilgisi olmayan insanlar tarafından bile okunmuşsa bir eser, ben ondan uzak duruyorum. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanında da benzer bir duyguyu yaşamıştım. Tabi bu, her eser için geçerli değil.
Hayvan Çiftliği adlı eseri e-kitap olarak telefonda okudum. Fikrimi söylüyorum. Sevmedim. Hani bu kadar abartılmış bir eserden daha fazlasını beklemiştim. Beni hayal kırıklığına uğrattı.
E-kitap okumaya hep mesafeli durdum. Çaresiz kalınca arada okuduğum oluyor. Hani bazen çeviri eserleri sıradan bir yayınevi kötü bir çeviri ile yayımlıyor. Bu da eserden alınacak zevki düşürüyor. Ama benim okuduğum eseri Halide Edip Adıvar çevirmiş. Kötü bir çeviri de değil. Böyle bir şanssızlığı Kafka’nın Milene’ya Mektuplar adlı eserini okurken yaşamıştım. Sırf yarım bırakmamak için zorla bitirmiştim eseri. Belki de o anki ruh hâlim eseri okumaya uygun değildi. Ne bileyim, sevemedim işte!
- İnsan bizim tek düşmanımızdır. İnsanı hayat sahnesinden kaldırın, açlığımızın, fazla çalışmamızın sebebinin temeli ebediyen ortadan kalkar
- İnsan, mahsul vermeden sadece yiyen tek mahlûktur.
- İnsanın bariz alâmeti, bütün kötülüklerine âlet olan elidir.
- Eşek hiçbir hizbe girmeyen tek hayvandı. O, ne gıdanın artacağına, ne de değirmenin inşasının, işi azaltacağına inanıyordu. Yel değirmeni olsun olmasın hayat olduğu gibi, yani fena devam edecek, diyordu.
- Benjamin adlı eşek herhangi bir domuz kadar okuyor, fakat kabiliyetini hiç kullanmıyordu. Kendisine göre, okumaya değer hiçbir şey mevcut olmadığını iddia ediyordu.
Sana Seni Anlatmak:
İnsan dar alanda geniş düşünemez sözüyle çok haklı. Armut dibine düşer demiş atalarımız buna. Zengin zengin düşünür. Düşünmekle kalmaz yapar da aynı zamanda. Fakir de ağacın dibine düşer ancak. Ve orada hayallerine devam eder. Dünya hayatı budur ama ne gam.
…
Gençliğimizde şöyle bir espri yapılırdı. Beni bir o anladı o da yanlış anladı, diye.
Hayvan Çiftliği:
Bu kitaba ben de pdf olarak biraz bakmıştım. Sonunu getiremedim. Bir şeyler tahmin ettim ve okuma gereği duymadım. Kürk mantolu Madonna’yı ise hiç okuma niyetim yok. İsminden dahi bana uymayacağını hissedebiliyorum.
Hayvan Çiftliği’ni okumayı niye bıraktınız bilmiyorum ama her eseri bitireceksiniz diye bir kural yok. Amiyane bir tabirle sarmayan eserleri bırakın gitsin. Bu konuda Daniel Pennac’ın eserinden hareketle okur hakları ile ilgili bir yazı yazmıştım. Okuyabilirsiniz.
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı güzel bir eserdir. Adı sizi yanıltmasın. Ama ben Sabahattin Ali deyince hep “İçimizdeki Şeytan” romanını öneririm.