Sevgili Zübeyde,
“Çok alıngan bir çocuk oluyor gökyüzü / Dokunsan ağlayacak”1
Nedir bu alınganlığımız? Nedendir?
Toplum içinde yaşamak zorunda olan canlılarsak da biz, her birimizin ayrı dünyaları var. Bu ikilem içinde birini diğerinin önüne koyabiliyoruz bazen. Cemiyet içindeki hayatımız mıdır öncelikli olan, yoksa ferdî hayatımız mı? Cevabı terletiyor.
Şimdi bir dağ köyüne çekilmek vardı. Tabiatın ortasında bir orman evinde, çiçek kokuları, kuş sesleri arasında sürmeliydi hayat. Doğal olmayan ne varsa soyunmak bir bir. Sadece birkaç kitabı olmalı yanında insanın. Olmazsa olmaz kitaplar… Sonra mutlaka birkaç şiir kitabı. Tabiatın ortasında hayatın genişliğine genişlik katacak, arkada bıraktığımız cafcaflı hayatın bütün sıkıntısını izale edecek şiirden başka ne olabilir ki?
Günlerce sürmeli bu inziva. Kimse yokluğumuzu hissetmemeli. (Hem kim bizim yokluğumuzun farkına varacak ki bu âlemde?) Bir çiçeğe alınır mı insan? Bir papatya insanı incitebilir mi? Bir kuş ötmedi diye ona küsmek? Ya sessiz akan bir dere? Nasıl alınırsınız?
Ama cemiyetin içine çeken bir şey var bizi. Tüm alınganlıklarımıza, kırılganlıklarımıza rağmen, bırakıp tabiatın güzelliklerini iniyoruz yeryüzüne. Yapılacaklar var, diyoruz. Bitmesi gereken işler… Yetişilmesi gereken randevular…
Ve kırılganlıklar burada başlıyor. Bazen yetişemediğimiz bir otobüs, belki bir ders; bazen başaramadığımız bir sınav… Bazen çağrılmadığımız bir davet körüklüyor alınganlığımızı, bazen gidip döndüğümüz kapılar.
Herkesten iltifat beklerken kimsenin umurunda olmayışımız da kırıyor / yıpratıyor bizi, güvendiğimiz dağlara sürekli karın yağışı da.
Altı milyar insandan bir insanız işte. O kadar çok ki bizden. Nefsimizin yücelttiği egomuzun ötesinde ne ifade ediyor varlığımız? Dün yoktuk, bugün varız, yarın olmayacağız. Şahit ararsan bakıver tarihe. Vazgeçilmezlerin hayatlarını anlatıyor hep. Dünyayı kendi etrafında dönüyor zannedenlerin hazin hikâyesiyle dolu sayfalar. Gittiler, yıllar oldu, ama dünya hâlâ dönüyor. Ne acı ki onların bundan haberi yok.
“Zor olan kırmamak değil, kırılmamaktır.” demişti birileri. Hiçbir şeyden dolayı, hiçbir şeye kırılmamak. Yunusça demek gerekirse: “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek.”
Yaptığımız onca kötülüğe karşın alınacak olsa, dünya alınırdı.
Hâlâ dönüyor!
- Mustafa Özçelik, Tebessüm Provaları ↩︎
Bir toplum içinde yaşayıp da alınmamak mümkün müdür sizce? Insanın insana yaptığı kötülüğü tabiatta hiçbir canlı yapmıyor.Buna benzer birşeyler yazmıştım sanki ben de. Gelen yorumlardan birinde “herkes istiyor ama kimse yapamıyor ” şeklindeydi.Istiyoruz ama yapamıyoruz.Şatafatlı hayatlarımızı bırakmak zor geliyor hepimize!
Alınmak elbette insanî bir duygu. Ölçüsünü tutturmak zor olan. Dozunda bir alınganlığın pek kimseye zararı olmasa gerek.