Bu hafta yazı yazmamak için direndim adeta. Aslında sadece bu hafta değil son birkaç haftadır böyle bu. İnsanın içi aydınlık olmayınca dışının nasıl olduğunun pek bir önemi yokmuş. Bir sahil kasabası bulup istirahata mı çekilsem acaba? Bir inşirah lâzım bana. Bir haftada neler karalamışım bir bakalım yine de.
21 Kasım Pazartesi
İki üç aydır hatırı sayılır miktarda blog yazısı okudum. Bunu daha önceki yazılarımın birinde de söylemiştim. Haklarını yemeyelim, çok güzel sayfalarla karşılaştım. Çok şey öğrendim. Pek çoğunu da düzenli olarak takip ediyorum. Çünkü öğrenilecek çok şey var hâlâ.
Güzel blogların yanında içi boş denilecek bloglar yok mu, elbette var. Onlar konumuzun dışında. Beni asıl rahatsız eden bu değil. Blog yazılarını duyurmanın en kolay yollarından biri sosyal ağlarda bunu paylaşmak. Geçen gün iki tane farklı blogda dikkatimi çekti. Blog yazarı kaleme aldığı yazıyı aynı sosyal ağ içinde tam 40 (yazıyla da kırk) kez paylaşmış. Hadi bir iki kez paylaşılmış olsa anlarım. Farklı kategorilerdeki gruplarda falan paylaşılmış der, geçersin. Kırk nedir ya? Ben bir yazıyı bir sosyal ağda bir kez paylaşırken bile insanların göz zevkini bozar mıyım diye endişe ediyorum.
Tam kırk kez paylamış adam. İçinde bir şey olsa bari. 🙂
24 Kasım Perşembe
Öğretmenler Günü. Sadece bir gün hatırlanan canım meslek. Diğer günler itilip kakılan, bugün göklere çıkarılan. Toplumların eğitime verdiği önem, öğretmene verdiği önemle doğru orantılıdır, diyorlar. Bizim halimizi anlayın artık.
25 Kasım Cuma
“Kuzucuklarım” diyorum ben onlara. Hep öyle kalacaklar. Ayaklarınıza ve kalbinize sağlık. Hiçbirinizi diğerinden ayırmadan söylüyorum: Seviliyorsunuz.
26 Kasım Cumartesi
Sokaklarda sevişenler… Kedi köpek değil elbette. İnsan(!)dan bahsediyorum. Üç beş kelam edeceğim, bana özgürlük masalları okuyacaksınız. Ama ben çocuk değilim ki masal dinleyemem. Yere batsın sizin özgürlüğünüz. Cıvıl cıvıl kaynayan bir parkın içinde bir de siz cıvıldamayın! Her tür ahlâksızlığın adı özgürlük oldu. O günden beri tadımız yok. Bu çocukları doğurup doğurup sokaklara kim salıyor böyle? Anne baba olmak bir gecenin içinde başlayıp bitiyor mu? Ah, Necip Fazıl! Sen derdin ya hani o eşsiz “Çile” şiirinde: “Yorgan, Allahsıza kadar sığınak!” Yeni nesil, yorganı atalı çok oldu, haberin olsun.
Tamam tamam sakinim, sustum…
İlk ben yorum yapacağım, hem de bugün, bir sebeple biraz dumura uğramış aklımın birden faaliyete geçmesiyle bunu tamamlayabilirim umarım.
Baştan almak istiyorum. Yazınızı okuduktan sonra üstünde düşündüm. Anlamamak , işlerine gelmeyenlerin dışında imkânsız . Bir süredir bloglar arasında bir gözlem aşamasında olduğunuzu yazmıştınız. Anlıyordum. Asgari müşterekleri bulmak, yazan ya da yazmanın bir şekilde mutlu ettiği insanlar için önemli , ya da seçimlerimizi netleştirene kadar gereklidir diye düşünürüm. Zira çok güzel yazan arkadaşlarım var. Ben onların Ece ablasıyım.
Bu araştırmalarınızdan sonra alacağınız kararlarla belki bir, ya sayısı sizde mahfuz beğeninizi kazananlar olmuştur. Tarzı size uygun gelmesine rağmen kabul edemediğiniz,; keşke uyarsam da faydalı olabilsem dedkleriniz bile olabilir. Bilhassa ben belki yaşımın olgunluğuyla, çocuk ruhumun arasında parendeler atarken, bu halimin nasıl bir görüntü verdiği, bir dış gözle daha kolay tespit edilebilir. Bu konularda yardımcı olmanızı diler ve düşüncelerinizi bilmek isterim.
Her türlü eleştiriye açığım ve edebiyata olan açlığımı, yaşadığım sürece gideremeyeceğime inancınm tam. Daha okumadığım yazılarınız var. Genişçe bir zaman yaratıp istifade edeceğim ve kendimi güncellemem gereken bir çok eksiğimin olduğunun farkındayım fakat yeterince azimliyim. Lütfen beni izleyin. Bu beni çok memnun eder. Yine de kendi tasarrufunuzdur, ve yine lütfen beni yanlış anlamayın.
Yazınızda yayınların bir çok toplulukla paylaşıldığına dikkat çekmişsiniz. Bloğumu oluşturma aşamasında kendi talepleriyle üstlenip, sonradan yardımlarına sanki esir olduğum ( aslında çok daha evvel kızıma rica edip bir uzman tasarımcı desteği almam için talepte bulunmuşum, fakat o da işin içinden çıkamadı) kısacık bir sürede tanımanın imkansız olduğu bir takım blogcularla muhatap olmak zorunda kaldım. Daha tam tanıyamadığım bu gizemli alemde bu arkadaşların arasında zor durumlarda kaldım. Onların bloğuma aşırı ısınıp, kendi bloglarıymış gibi rahatça hareket etmeleri, okeyimi almadan yaptıkları değişiklikler ve beni haberdar etmeyi gereksiz bulan bu kişiler sonunda yayınlarımı toptan taslağa çekip, gûya düzenleyip ardından altmışa yakın toplulukta paylaşmaları beni çıkmaza soktu. Google,dan ceza almaya kadar götürdü. Ve yardımı kesmelerini rica ettiğimde ise, bu restimden sonra makale adı altında nice hakaretlerle dolu yazıları hiç çekinmeden hedef göstererek yayınladılar.
Şimdi ise bir tek güvendiğim kafası dolu ve iyi biri olduğuna konuşmalarımız sonunda kanaat getirdiğim kendini gök biliminin tüm inceliklerini öğrenmeye adamış oğlumu(manevî oğullarm da var bu arada 🙂 , davet edip evime; önümde bana tüme yakın konuların inceliklerini, daha doğrusu pratiğini gösterdi.yardımcı oldu, Aklım aldığınca öğretmeye çalıştım. Kardeşime gıyabında teşekkürlerimi sunuyorum. O hissediyordur dilerim. Sanki düzenim oturdu. Ancak iki buçuk seneyi bulan bu kaostan yeni kurtuldum inanın.
Öğretmenler değerleri hiç bir zaman tam verilemeyen bir eğitim ordusu. Son zamanlarda yaşadıkları kaldırılacak ve unutulacak gibi değil ve yapılan haksızlıkların telâfisi için kafa yorulacağına inanmak isterdim. Öğrencilerin de olanlardan menfi etkiler alması kaçınılmaz.
Son olarak ar örtüsünü atmış, bunu özgürlük ve marifet, çağ atlama sanan uyuşmuş beyinli gençler. Bir öpüşmeyi onca insan, çocuk ve aslında onlara saygı duymayı tarihe gömmüş yaşlı insanların arasında nasıl rahat yaptıklarına akıl sır ermiyor. İzledikleri tarz müziklerdeki şovların etkisinde kalmaları da cabası. Doğal geliyor onlara.
Sevgi ve saygılarımla ve huzurlu bir pazar günü dileklerimle. Ayrıca uzun yorum yapmaktan kendimi alamıyorum. Affınızı rica ederim.
Ece Hanım, önce bu upuzun yorum için teşekkür ederim. Sizinki kadar olmasa bile uzun bir yorumla cevap vermek şart oldu sanırım. 🙂
Burası sanal bir ortam. Kimlikleri çok fazla tanıyamadan kaleme alınıyor, yazılar ve yorumlar. Bu yüzden yanlış anlaşılmaların da çok olabileceği bir ortam. Elbette isteyen istediğini yazabilir. İsteyen istediği blogları takip eder, beğenmediklerini de çöpe gönderir. Benim asıl yakındığım bu değil aslında. Hani sosyal ağları kullanırken bile biraz insaflı davranmak gerekiyor diye düşünmüşümdür hep.
Tecrübelerinizi anlatmışsınız. Hatta bir parça alınganlık bile sezdim. Siz benim sürekli takip ettiğim birisiniz. Yazılarınızı keyifle okuyorum. (Yorum yapma sıkıntım var sadece. Bunun da çok özel sebepleri var. Şimdilik bende kalsın.) Gençlerin sizden öğreneceği çok şey var. Ben hedef tahtasına çok daha genç blogcuları koymuştum. 🙂 Eleştirimi biraz da edebî açıdan yapmıştım. Hatta edebî değerden daha önemli gördüğüm sağlam bir Türkçe açısından eleştiri getirmek istemiştim. Belki benim meramını anlatamayan kusurlu ifadelerimden dolayı kördüğüm oldu fikirler. Sizi bu konuda eleştirmeye hakkım yok. Her şeyden önce ben sizin azminize hayranım. Hep “bu yaşta bu azim, maşallah” diyorum. Siz müsterih olun. Silahlar hedefini şaşırabilir, çiçekler de bazen hedefini şaşırabilir ama kelimeler asla hedefini şaşırmaz.
Öğretmenlerle ilgili ne söylesek eksik kalacak. Susmak en iyisi. Sokakların -çok özür diliyorum- yatak odasına dönmüş olması tamir edilebilir bir vaka mıdır, bilmiyorum.
Pazarlık başlığı ile yazılan yazılar bol eleştiri içerikli gidiyor. Onlara takılıp kalmamak gerekiyor. Gazetelerin günlük köşe yazıları gibi, okunup geçilecek türden. Kendi adıma onları bir rahatlama vesilesi olarak görüyorum. Yoksa amacım kimseyi acımasızca eleştirmek, kırmak, üzmek değil. Biz Sezen Aksu şarkısında geçtiği gibi diyelim ve şarkıyı dinleyelim: “Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor” Gidemem (Ferhat Göçer yorumu)
“O zaman hemen git radyoyu aç, bir şarkı tut
Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar
Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor”
Yok alınmadım. Gerçekten. Ama yineliyorum, Yol göstermek gerektiğine inanıyorsanız lütfen yazın. Zira eksiklerimi ben zaten az çok biliyorum. Saygılarımla.
Alınmış olabileceğinizi düşündüm bir an. Yanılmış olmaktan mutluyum. Siz eksiklerinizi biliyorsunuz ama biz de haddimizi biliyoruz. 🙂 Teşekkür ederim.
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir. En güzel gelen burasıydı. Teşekkürler .
“Acının insana kattığı değeri bilirim.” Benim vazgeçemediğim yer de burası. 🙂
Bir arkadaşımın sevdiğim bir sözü var: ” “Twitter konusmak, blog ise yazmak gibi. Tweet ucar, blog yazısı kalır…” diye baktığınızda bloglar her ne kadar sosyal medya siteleri kadar popüler gözükmesede onlar olmasaydı keyifle ne okurduk diye soruyorum kendi kendime tıpkı bu yazı gibi. Bizde kendimizce burda eleştirdik bu yönümüzü elinize sağlık güzel yazı için. Blog yazarlarının olmazsa olmaz can suyu olan yorumlardır. Bir iki cümlede olsa yorum yaparsak çok daha keyifli okunası yazıların çıkmasına vesile oluruz vesselam..
Yazınızı okudum, söyledikleriniz tamamıyla doğru. Bırakalım isteyen istediği gibi at koştursun bu meydanda. 🙂
Biz blogda yazıyor olmaktan mutluyuz. Dertli adam türkü söyler, der bir Azeri atasözü. Derdi olmayan adamlar bloğu bırak, sosyal ağlar da bile bir şey söylemiyor zaten.
Yorum için teşekkür ederim. 🙂