Sevgili Elif,
“Be, te, se…” diyerek başlayan bu yazıyı gördüğünde vereceğin tepki gözlerimin önünde. “Hocam ya!” diyen sesin kulaklarımda çınlıyor, çınlayacak.
Niye bu kadar geç kaldığınızı merak etmiyor değilim. Sen istemeden (Hatice de dâhil), kaleme almayı planladığım bu yazı, bir türlü sayfalar üzerinde beliremedi. Nihayetinde ben yazamadan sen kapıyı çaldın. Büyü bozuldu.
Bir şarkıda geçer ya hani: “Gözleri yatırıp ıraklara / Mektup beklemek yok”1 Böyle bir duyguyla beklenirmiş gibi gelir bana, hocadan gelecek birkaç satır yazı. Gözleri yatırıp ıraklara… Aslında yazanlar da bilirler, öyle ahım şahım cümleler kurmadıklarını, kuramadıklarını. Yazılanların çoğu kez anlaşılamadığını. (İfade, yazının muhataplarınca söylenmiştir.) Hayatın bütününü bir bilinmezlik, anlaşılmazlık üzerine kurgulayıp kelimelerle cedelleşmenin manasını çözdüğün gün benim de haberim olsun.
Basit yaşamalı değil mi insan? ‘Milyonların içinde bir kul’ olarak gelip geçmeli âlemden. Akif’in “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” mısraını dilinden hiç düşürmemeli. Öyle bir sessizlik olmalı ki bu, “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar.”2 Demem o ki, gittiğimizde dünyada büyük bir boşluk meydana getirmeden gitmeliyiz. Dünyayı varlığımıza muhtaç etmeden… Son haziranda giderken de böyle git. Gidişini ve dahi yokluğunu hissettirmeden.
Ne dersin, son cümleleri çoğu kez olduğu gibi bir şaire söyletelim mi: “sevmek ve ölüm arasındaki ilgiyi düşünüp / ellerimi ısırıyorum / ağlıyorum usulca / biraz sonsuzluk / ve biraz şehir karışıyor gözyaşlarıma”3
Ağlarsan -bence ağlamalısın- şehri velveleye verme! Gözyaşların yanakları ıslatan değil, yürekleri ıslatan türden olsun. Öylesine sessiz…