Kütüphaneden yeni çıkmıştım. İşten eve dönüyordum. Güneş battıktan hemen sonraydı. Gündüzün geceye yenildiği o ince çizgideydi vakit. Babaların kollarının altına iki ekmek kıstırıp muzaffer bir komutan edasıyla evlerine döndüğü, adımların hızlı atıldığı demler… Bense inadına ağır yürüyordum. Her şeye geç…
– Hangimizin burnu daha çok sürtülecek? – Hangimizin burnu daha uzunsa. – Hangimizin burnu daha uzun? – Senin! – Neden? – Unuttun mu “seni seviyorum” demiştin!
Akşam yeni olmuştu. Bulutların öfkesi geçmiş, yağmur sonrasının aydınlık caddelerinde gün sonu telaşı yeniden başlamıştı. Caminin önünden geçerken ezan başladı. Çirkin ses olur da bu kadar çirkini olmaz be diye söylenerek camiye girdi. Bir direk arkasına oturup ezanın bitmesini bekledi.…